28 Aralık 2011 Çarşamba

Ahmet Hamdi sen ne yaptın?


NE İÇİNDEYİM ZAMANIN
Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında.

Bir garip rüya rengiyle
Uyuşmuş gibi her şekil,
Rüzgarda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.

Başım sükutu öğüten
Uçsuz bucaksız değirmen;
İçim muradına ermiş
Abasız, postsuz bir derviş.

Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim

26 Aralık 2011 Pazartesi

Nasıl öleceğimi düşünmedim değil.

Üniversite yıllarında, arkadaşların aklına ne geliyorsa yazdığı bir defterim vardı. Deniz uzun öyküler yazardı mesela bu deftere. Yıllar sonra bile okurken zevk alıyorum ve düşünüyorum üstüne. Yıllar sonra böyle bir defteri baştan sona okumak çok ilginç. Yazanların büyük bir çoğunluğuyla artık görüşmüyoruz. Oysa ki o zamanlar en sevdiklerim olmuşlar, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmemiş, bir gün görüşmeme düşüncesi aklımın ucundan bile geçmemiş. Şimdi bu durumu bilerek eskiye bakmak da pek üzmüyor. Netice de akacak kanın damarda durmadığını herkes biliyor.

Artık pek görüşmediğim bir arkadaşım da 1999 depremi sonrası bir yazı yazmış. Ben de o sıralar kişisel depremimi yaşadığım için o esnada bu yazıyla pek de ilgilenememişim. Ama yıllar sonra tekrar okuyunca o defterdeki en anlamlı şeylerden biriymiş gibi geldi. Yazı şöyle başlıyor; '' Sen ne zaman değil de nasıl öleceğini hiç merak ettin mi, Gül'' Sonra bana depremde bir adamın yardım edin diye çırpınarak nasıl öldüğünü anlatıyor ayrıntılıca. Her bir paragraf sonrasında da aynı soruyu tekrarlıyor. Tabii işin içine bu tekrarları sokmak yazıyı klişeleştiriyor, ama klişe de bazen nasıl da insanın canına okuyor, işte bu tekrarlarda da öyle bir okuyuş mevcut. Bu arkadaşla uzun aralıklarla buluştuğumuzda ve geyiğin dışına çıktığımızda yine bu konulara giriyoruz. Çoğu kez de çatışıyoruz. Yine de bir mühendisten çıkan bu yazıyı gerçekten beğeniyorum. Duygusala bağlamış mühendisleri severim.

Bu hafta sonu da Semus ve Uygar'la kendi ölümümüzden konuştuk. Sen öldüğünde hiçbir şey değişmiycek davası. Mesela ben yazın ölmeyi pek istemiyorum. Ben toprağa verilirken illa ki birileri de denizde yüzüyor olucak. Ya da denizden yeni çıkıp hemen soğuk duşunu almış, evden çıkarken hazırladığı sepetinden elini uzatıp mis gibi şeftalisini üzümünü alıcak. Her lokmada da benim üzerime bir kürek toprak. Neden deniz diye sorabilirsiniz? Ben de sordum kendime. Aklıma şu geldi; Onbir eylül olayları olurken arkadaşlarla deniz kenarında hoş beş edip, meyve yediğimizi hatırlıyorum. Hemen dönüşte de olanları öğrenince, ağzımın tadı bozulmuş ve hemen bu kimine göre tuhaf fikre kapılmıştım. Hafta sonu bunu konuşurken, arkadaşlar ''Merak etme, senin cenzande denizde olayız herhalde ''dediler. Konuşmanın en hafifletici ve gülümsetici detayıydı.

Nasıl öleceğim konusuna gelince, evet nasıl öleceğimi düşünüyorum artık çok da bunaltmadan kendimi. Yoksa şu iki günlük dünya da zehir olacak.

25 Aralık 2011 Pazar

20 Aralık 2011 Salı

Ben değil Norveçli dedi.

What do I know; sometimes the biggest jerks are the ones who are best at hiding it.

11 Aralık 2011 Pazar

Deli saçması rüya

Rüyamda bebek emziriyordum. Ne alakaysa? Bir de şöyle hesaplar yapıyorum kendimce; uçakta da ağlarsa emziririm ağlamaz. Mememden de deli gibi süt geliyor ama acaba kesilir mi derdindeyim. Deli saçması rüya görmek benim işim.

27 Kasım 2011 Pazar

Patrica Clarkson

Kerim beni bu kadına benzetti. Hemen üstüne atladım ben de ablanın. Böyle yaşlansam göbek atarım.
eski bir sevdadan kurtulmuşum;
artık bütün kadınlar güzel;
gömleğim yeni,
yıkanmışım,
tıraş olmuşum;
sulh olmuş.
bahar gelmiş.
guneş açmış.
sokağa çıkmışım, insanlar rahat;
ben de rahatım.

iyi ki dostlarım var

23 Kasım 2011 Çarşamba

Norveç, sen bi dur! Aklımdasın, azcık sıranı bekle.

Aslında bu yazı için şu başlığı atmak isteyebilirdim; ''Türkiye iyi Norveç pekiyi'' ya da ''Norveç 1 Türkiye -1''. Yani demem şu ki ucuz ve kalemini klişeye alıştırmış reklam yazarları gibi bunu sonu gelmez bir çıkmaza da bağlayabilirdim. Bu sayede kendimi de süper akıllı falan sanabilirdim. Neyse ben öğretmenim ve bu yazımda da didaktik bir takım bilgilere yer vereceğim.

İşin açıkçası bu seneye kadar bana ''Norveç ,sarı sarı erkekler ,yani  blondiler , bildin mi?'' desen, şöyle yüzümü çevirip de bakmazdım. Ne bileyim? Her Türk vaatandaşı gibi ben de; ''Memleketim iyidir. . Orada intihar oranı çok yüksek imiş, ayrıca insanlar kardan soğuktan yağmurdan gün yüzü görmüyormuş'' diyebiilir bol keseden atabilirdim. Şükür ki fikrimi soran olmamış da kendimi sonu gelmez yanlış açıklamalardan birine daha sokmayıvermişim.

Bu arada niyeyse bir saattir konuya da giriş yapamıyor, Norveç'i sanki yeterince goygoylayamıyormuşum gibi hissediyorum. Neyse yaklaş biraz daha goygoyun hası burada.

Birinci bölüm. Bir Norveçli ile ne zaman tanıştım?
Geçen yaz Ellyn'nin veda partisinde çılgın komşu Cehdi ortalığa sıçıp batırınca onu alıp evine götürmek bir Türk iki Amerikalı ve bir Norveçli'ye düştü. İşte tüm bu operasyon boyunca bizim Norveçli'nin Cehdi'yi eve götürmek için canla başla çalışması, Cehdi'nin her türlü küfür ve dayağına  katlanıp, tüm bu olayların  üstünden güleryüzüyle gelmesi dikkatimden kaçmadı. Bu sene de bu arkadaşımızı daha iyi tanıyıp hikayelerini dinledikçe şu Norveç olayına biraz daha soyunmaya giriştim.

Geçen hafta sonu memlekete birkaç Norveçli'nin daha geleceğini duyunca fırsat bu fırsat deyip hemen bir yemek ayarladık. Kimle ayarlardınız diye sormayın, isim vermek istemiyorum. Blondilerle Çiya'da güzel bir yemek yemeye koyulduk. Ağır Norveç aksanlı İngilizce ve sıcak olmaya çalışan soğuk Norveç şaka komikliğine rağmen güzeldi. Şu yaşıma kadar bir garsondan başka kimse suyum bitince doldurmadığı,sandalyemi çekmediği ve daha da acısı bir Türk evladı hesabımı ödemediği için  kol kadar gelen hesaba bu iki blondinin elimizi bile sürdürmemesi, suyum bittikçe hiç farkettirmeden tazelemesi  hoşuma gitti. Sorabilirsin tabii kron kaç lira Türk lirası kaç lira ama neler gördük bir anlatsam Bağdat'a yol olucak cinsinden. Uzun tatlı muhabbetimiz sonucunda Kadıköy'de bir başka mekana gittik. Blondiler bu sefer de içeceklerimizi ısmarladı. Türkiye'den konuştuk kibarca, Avrupa Birliği'nden. Yani sevgili bacılarım ben Norveçli de cool olucam diye kasan, sürekli i-phonuyla oynayıp fotoğraf çekme tribine giren bir hareket sezmedim. Gecenin sonunda da ''Bence arkadaşınıza Türk filmi alabilirsiniz'' önerimle de gece bitene kadar goygoyun hasına tutuldum. Uzun zamandır böyle iyi ve kendim gibi hissettiğim bir gece geçirmemiştim.
 Ha Norveçli'den aldım mı elektriği almadım ama  Norveç Kültür Edebiyatını gündemime alıp yeşil bir ışık yaktım. Geceyi de afedersiniz ama ayı gibi bir espriyle sonlandırdım. Hiç gülmediler. Ben ise yaptığım espriye eve gidene kadar ağız dolusu güldüm.

Kompozisyonumu  bu yazıda bana ilham veren arkadaşımın sözüyle bitiriyorum; 'Norveç is a small place''. Öyle işte kulaklara küpe, hadi bakalım!

15 Kasım 2011 Salı

En çok da nemli bir temmuz öğleden sonrası   arkadaşlarımı beklerken sığındığım incir ağacı gölgesini özlüyorum.

13 Kasım 2011 Pazar

KUYU YA DA BENİM RÜYALARIM

Uzun boylu adam gülümseyen upuzun  yüzü ve küçük  yeşil renkli gözleriyle küçük not  pusulasını ağacın kovuğuna koymuştu. Birkaç dakika sonra çocuk yarı çıplak bedeniyle gelip notu endişe ve heyecan karışımı bir duyguyla alacak, sonra da basit gibi görünse de kendisine ağır gelen bu işi becebilmenin sevinciyle elmasını keyifle yiyecek, aynı anda pek de fazla konsantre olamadan notu okuyacaktı. Elması bittikten sonra tekrar tekrar mektubu okuyacağını bilerek ama ısırıklarını ağırdan alarak elbette. Notlarda çıkan ipuçlarıyla kendi ülkesine her geçen gün daha da çok yaklaşıyordu. Bir gün tüm bu notlar onun memleketine çıkan kestirme bir yol olacaktı. Ama rüyayı gören bendim. Yanılıyordu. Özünü, seveceğini umduklarını bulabilmek için bu küçük notları biriktirmek yerine hemen şimdi yola çıkması gerekiyordu. Zaman zaman ülke hayallerini unutup, keyiflice bir sonraki gün gelecek olan ipucunu bekliyor ve hayallere dalıyordu. Uzun yüzlüyle oturup konuşmak imkansızdı. Neden imkansızdı? Uzun yüzlü konuşamıyor muydu? Gayet güzel konuşuyordu. Bana kalırsa, çocuğun memleketiyle derdi yoktu. Tek meselesi her gün ağaç kavuğundan o notu almak, sonra onu okuyup diğer notların yanına koymaktı.

O akşamüstü çıplak üstü ve bembeyaz teniyle, bir manada bunları çıkarken yanına almış gibi bir tavır içindeydi, notunu kovuktan almaya geldi.Mektup orada değildi. İlk önce ağacın yanına oturup bekledi. Beklerse olur gibi. Sonra o bulamama anını hiç yaşamamış gibi tekrar baktı. Yoktu. Birden şöyle dedi kendi kendine ''En büyük sır o mektuptaydı''. Hayır değildi. En büyük sır zaten yoktu. Şimdiye kadar gelenlerden rotasını çoktan bulmalıydı. Bazıları böyle yapıyordu. Kendini büyük sır düşüncesine teslim edip iyice sahiplendikten sonra daha da sinirlenip kıpkırmızı oldu. Baykuşa bir taş attı. Çıldırmış gibiydi. İlk gayya kuyusuna düşüverdi.

O sırada kafasını çalıların içinden uzatan uzun yüz ve karısı Rebecca şaşkınca değil ama ne olup bittiğini anlamaya çalışan bir ifadeyle onu izliyorlardı. Rebecca daha umursamaz ama uzun yüz bu kez sanki konuşacak gibi tebessüm ediyordu.

29 Ekim 2011 Cumartesi

Kör şeytanın dediğine uysam ortalık karışacak, hiçkimse kıçını kollayamayacak. Neyse ki uymuyorum!

28 Ekim 2011 Cuma

Kars'ın kazı, kızı ve kaşarı meşhurdur.

Ben demedim Karslı öğrencilerim dedi. Kaz eti Karadeniz'de pek yenmez, bu nedenle etine de yabancıyım. Kaz hakkında ne biliyorsun diye sorsalar, ''Uçan Kaz Nils'' diye cevap verir, dokunmayın garibe derim. Öte yandan at eti kadar da uzak durmam kendisine. Şöyle ki Almanya'da kaldığım otelim menüsünde at eti yahnisi görünce, orda tekrar yemek yiyememiştim. Böyle bir damar benimkisi. Atı sevebilirim, öpebilirim, hatta binebilirim ama yiyemem.
Neyse, asıl konuya dönmem icap ederse, çocuklar uzun uzun Kars'ı anlatıp, kaz kız ve kaşar üçlüsünü övüp, kaz ve kaşar satmaya çalışmaktan da geri durmadılar. Kaşara biraz göz kırptım tabii.

nar gibi kızarmış kaz eti
Anlatmalarına göre de kazlar yetiştirilip kesildikten sonra, karda bekletiliyormuş. Sonra da tuzlanıp kurumaya bırakıılıyormuş. Tüm bu işlemler de kendisini nefis, ağız şapırdattıran sınıfına dahil ediyormuş. Kars'ın kaşarını yazmıycam ama ilerde Kars'ın kızını duruma göre yazabilirim.

27 Ekim 2011 Perşembe

18 Ekim 2011 Salı

Silgisini arayan çocuk

 Bugün 10 yaşında bir çocuk İngilizce dersindeyken kaybettiği silgisini '' Nerdesin, lan gavat?''  diyerek sıranın altında arıyordu. Bunu duyan ingilizce öğretmeni ilk önce çocuğun bu lafı kime dediğini anlamadı , ancak yardım sever öğrencileri   tercümesini yapmakta gecikmediler. Öğretmen, yıllardır ''gavat'' lafını duymadığını farkederek, acaba ne demekti diye düşündü. Yaşıtları  bu kelimeyi kullanmıyordu. Küçükken birkaç defa sağdan soldan duymuştu. Eski moda kalmıştı artık, tıpkı bazı isimler gibi; Rıza, Necmettin, Abdurrahman, Halide. ''Gavat' a acırken öğrenciyi cezasız bırakmak olmazdı. Hemen kendini toplayıp çocuğu bir kaşık suda haşladı. Çocuk haşlaması.

17 Ekim 2011 Pazartesi

I made you cry



Perihan Mağden

Perihan Mağden'i severim. Kalemini kuvvetli bulur, seçtiği kelimelerle taşı gediğine koyduğunu görür ve en az ben koymuşum kadar sevinirim. Samimi bir kadın. Ne düşündüyse o. Öte yandan Ahmet Hakan'ı hiç sevmem. Ne yaparsa yapsın değiştiremeyeceği, artık üstüne bakışları gibi sinmiş bir hal, itici bir görüntüsü var. Hoş konu görüntü de olmayabilir de, okuldaki geri kafalı imam kılıklı öğretmenleri hatırlatıyor bana.  Ayrıca Ahmet Hakan'ın yazıları ''ne kestin koç ne yedin hiç'' duygusunu da fazlasıyla vermekte içime. Perihan Mağden'i de birkaç ay öncesine kadar Yaz Kitabı adlı gazete yazılarından oluşan eserini yayınlamakla eleştirmişti. Gereksizceydi. Perihan Mağden'in tüm yazılarını topluca elinde tutmak isteyen ben gibi çok okuru olduğuna eminim. Geçende kitapçıda gezerken bu sefer de Kış Kitabı'nı gördüm yeni çıkmış. Çok hoşuma gitti. Perihan Mağden  yazısı okumuş kadar mutlu olup, Perihan Mağden taşı yine gediğine koymuş dedim içimden.

16 Ekim 2011 Pazar

Bir süreliğine feysbukta olmayacağım. Aslında uzun bir süreliğine hiçbiryerde olmak istemiyorum

14 Ekim 2011 Cuma

Çok neşeliymişim!

Bu aralar iyiyle kötü fena halde içiçe geçmiş durumda. Bu sebeple de kafam oldukça karışık. Okulda da öğrencilere bu ruh halimi yansıtıyorum büyük ihtimalle. Bugün sınıfa girince sınıfın en yaramaz öğrencisi gülerek ''Öğretmenim bugün çok neşelisiniz'' dedi. ''Ben mi?'' diye sordum. ''Evet öğretmenim. Sınıfa girerken gülümsüyordunuz'' dedi. Bu sefer gerçekten gülmeye başladım, içimde engellenemez bir sevinçle. Diğer yanımda da öğrenci karşılıklı gülüyoruz. Sonra sınıfa dönüp ''Çocuklar neşeli mi görünüyorum?'' diye sordum. Hepsi hep bir ağızdan arkadaşlarının söylediklerini onayladılar. Çocuğun tek sözüyle sınıfın havasını değiştirmiş olmasının hayreti içinde, oturup sınıf defterini yazmaya başladım. Hem yazıp hem düşünerek. Bu çocuğun olayı nedir? Yoksa düşündüğüm kadar yaramaz değil mi? Bunla biraz ilgileneyim akıllı bu belli.... gibi sorularla kafamı da meşgul ederek bir yandan.



12 Ekim 2011 Çarşamba

 Üzülmekten sıkıldığım ve yorulduğum için, ben de üzüntü yaratan herşeyi ve herkesi tekrar karşılaşmamak üzere rafa kaldırıyorum, bazılarını da çöpe atıyorum. Kişisel mantramdır, dileyen kullansın.

6 Ekim 2011 Perşembe

Anlaşılamama sorunsalı 1

Sabah sabah aklıma yıllar evvel yaşadığım bir olay geldi. Bu ilk cümlemi kendini beğenmiş, koltuğunu bırakmamaya kararlı, ensesi kalın köşe yazarlarının yazacağı cinsten cümlelere benzettim; ama ziyanı yok. Uzun lafın kıısası ensesi kalınlık kim ben kim?

Bir iki sene evvel bir grup ergeni Almanya'ya götürmüştüm. Görevim öğrencilere göz kulak olmak, gerektiği yerde ki hep gerekti çevirmenlik yapmak, Almanlarla dostluk köprüsünü sağlamlaştırmaktı vs vs. Almanlarla dostluk köprüsünü sağlamlaştırmak çok klişe ama klişeye olan derin sevgimden vazgeçemiyorum. Alman iki öğretmen, ben ve öğrencilerimi Berlin'deki havaalanından almaya gelmişlerdi. Bu arada Çarşamba havaalanında gurbetçilerin yarattığı kaosu ve kavgaları anlatmaya nefesim kalemim yetmez; ama Tegel havaalanında hepsinin sessiz sakin, sıraya girmeyi bilen Alman vatandaşlarına döndüğünü söylemek iki klavye vuruşuna bakıyor. Doğal ve kolay. Bir de unutmadan yanımda bir öğretmen arkaşım vardı. 50 yaşlarında ama o da andropozunun en üst seviyesinde olduğu için üç ergene karşılık geliyordu.

Berlin'i adam gibi göremeden Doğu Alamanya'ya yollandık. Bu arada bize Alamanya soğuk dedikleri için giydiğimiz kalın hırkalar kıçımızda patladı. Daha doğrusu benimkinde patlamıştı sanırım. 25 ergenin hepsi gelip, ama siz bize böyle demiştinizini savmak dakikalarımı almıştı. Bir mola yerinde durduk. Bu arada Almanya'nın da bana verdiği tek duygu  da şuydu; Kadir İnanır'ın Türkan Şoray'ı terkedip gittiği memleket. Orda kendine sarı bir Alman bulup bir de çocuk peydahlayıp mutlu mesut gönlünü eylediği uzak diyar. Bu hisiyat peşimi uzunca bir süre bırakmadı.

Şu anda sadete giriyorum, konunun özü burda Türkçe mealiyle söylemem gerekirse. Çocuklar bu sırada yeni bir telefon kartı almak istediler. Kasiyer İngilizce bilmediğinden Alman öğretmenden yardım almam gerekti. Kadına güzelce anlattım, anlamadı. Bak dedim kontör değil yeni bir kart alacaklar. Kadın anladım dedi ve bir çocuğun kontör almasına neden oldu. Bu sefer de çocuk mızıldanmaya başladı arkadaşlarına, yok paramın yarısını vereceksiniz, ben kendimi kurban ettim ddiye. Canım epeyce sıkıldı. Kadına tekrar anlattım, çocuklara da siz ''benim ne dediğimi anlıyor musunuz'' diye sordum. ''Anlıyoruz, bence çok güzel anlatıyorsunuz ''dediler. Bir noktada markette seslice, bir umut ''Buralarda Türkçe konuşan yok mu?'' dediğimi hatırlıyorum. O kart işini almayı o gün beceremeden Dresden'e gittik. Kadınla da gezi boyunca iletişememe sorunumuz devam etti.

Bunu sabah sabah niye hatırladım, bilemiyorum. Almanya'da a kafayı epey takmıştım. Bu aralar kendimle pek iletişim kuramıyorum ondan mıdır acaba? Yoksa biliçaltı boş konuşmaz. Ben bunu bir kez daha düşüneyim. Öyle bir iletişememe sorunu deyip geçmek olmayacak

4 Ekim 2011 Salı

Ağır kapı

ağır kapı aksak lisan
kelimeler yetmiyor
çıplak yara günışığı
tenimi incitiyor

içeriden yeni çıktım
dünya almıyor beni
yüreğimde yatar hala
ölenlerin yemini

hangi meydan hangi sokak kavuşturur bizi
hangi yalan hangi yasak karşılar bizi

ne insanlar ne mekanlar
özlemlere yetmiyor
başka sözler başka yüzler
ödeşmeler bitmiyor

aşk uyudu ranzalarda
düşler eskidi gitti
ıslığıma gömüyorum
kalbimdeki sözleri

hangi meydan hangi sokak kavuşturur bizi
hangi yalan hangi yasak karşılar bizi

2 Ekim 2011 Pazar

lö pen kiten

 Cumartesi günkü ders için Suzan'la Kanyon'da  Le Pain Quotidien'de buluşmaya karar verdik. Daha evvel de burda buluşmuşluğumuz var; ancak ne hikmetse her defasında hem yerini hem de okuşunu unutuyorum meretin. Yine güvenliği geçerken ''La pen nerde acaba?'' diye sordum. Güvenlik görevlisi de özellikle ''Lö Pen''in üstüne bastırarak, tam karşımda olduğunu söyledi. Her defasında aynı şeyi yaşadığım için, dejavumu ve görevlinin hafifçe gülümsemesini de yanıma alarak fırına girdim. Yani nasıl derler monşer, fransız usulü fırın. Ancak Kanyon'da bulunur. Neyse oturabileceğim bir masa buldum. Menüdeki tüm isimler elbette Fransızcaydı  ve tekrardan bir telaffuz dersi almaya hiç de niyetim yoktu. Gayet de farkındayım ki menüdeki yabancı isimleri okuyamayan ve bu okuyamayışıyla da tatlılaşıp karşısındaki erkeğin gönlündeki yerini sağlamlaştıran kız imajı çoktan tarih oldu. Yanlış yapana yerlere yata yata gülen insanlarla dolu bir çağda yaşadığım hep kafamdaydı. Bir kruvasan ve çay istedim. Bu arada herkes dolu dolu yiyip içip muhabbetteydi. Yan masada ciddi anlamda ne konuştuğunu anlamadığım gayet şık biir kadın oturuyordu mesela. Bir ara acaba İngilizce  mi konuşuyor  dedim ama yanılmışım. Karşısındaki kadının cevaplarından anladım.

 Karşımdaki masada da uzun patlak burunlu sarı saçlı ve yamuk kafalı bir oğlan yanındaki iki kıza şöyle dedi; ''Ya benim annemin dedesi de Gürcüymüş. Ben de yeni öğrendim''. Bunu derken vücut dili de şunu ekliyordu '' Yani uzak akrabalar evet Gürcü de, benim uzaktan yakından alakam yok''. Çocuğun dediğine değil ama vücut diline gülesim geldi. Çünkü gelip bana sorsalar bu mekanda kimler Gürcü diye, işaret parmağımla sarı kafalıyı gösterir, bunu Gürcü suyuna batırmışlar. Vücut dilini düzeltirse  iyi bir Gürcü olma olasılığı var demek isterdim. Bunu Gürcülerle yaşamış herkes de derdi. Tesadüfen orda bir Ünyeli bulunuyordu ve bu sorunun kendisine sorulmasını bekledi.

Sonra Suzan geldi, ağız şapırtıları eşliğinde dersimizi yaptık. Sağlıklı beslenme...

25 Eylül 2011 Pazar

  Kırık bir kalbim                 
     Tası atmış bir tepem
                Var

21 Eylül 2011 Çarşamba

NE KESTİN KOÇ NE YEDİN HİÇ

 Kafana elini atıp da bir tutam saç eline gelir ya hani.  Ne kadar hoşuna gitmese de  insanın eli istemsizce gidip daha fazla saçı avuçlama derdine düşer. Ya da ucunu güve yemiş ipekli kumaşa elin takılmasın sakın!Cayır cayır sökülür. Aslında biraz da keyiflice. İpekli kumaşa ah vah edersin ama kolayca elinde parçalara bölünmesi içine  güçlü bir his verir.Hssettiğim şu günlerde ağırlıklı olarak bu  duygu.  Kendimi tuhaf sorularla cebelleşirken bulup, ne kadar rahatsızlık verse de içten içe uğraşmayı seviyor gibiyim. Bugün Eser'e iki satır yazıp farketmeden cevabını da verivermişim. Cevap şuydu ve de doğruydu ;'Niyeyse?''. Niyeyse cevabı beni rahatlattı. Artık ipekli kumaşları başkaları cayırdatsın.

17 Eylül 2011 Cumartesi

  Sabah sabah Ozan'ın sesini duyunca yine yaktım devreleri. Hayat çok acayipsin!

16 Eylül 2011 Cuma

Aydınlık günlerim

Dün Moda'da dersim vardı. Okuldan çıkar çıkmaz Kadıköy otobüsüne bindim. Ondan indim sarı Moda dolmuşlarına atladım. Nasıl enerji doluyum, heyecanlıyım sevinçliyim. Bazen olur böyle, dokunsan mucize yaratacağım sanırsın. Öyle dualı bir gündü anlayacağın. Komşu Fırın'dan sarmısaklı ekmek alıp çay bahçesinin bir köşesine oturup çayımı yudumladım. Çay bardağı nasıl pissin, su yüzü hiç mi görmedin? Görme! O gün hiç  umurumda  değil. Çayımı içip, netbookumu açtım ve başladım Alice için ders hazırlamaya. Ders saatim gelince Starbucks'a gittim Linda'yla buluşup güzelce ders yaptık. Linda'nın İngiliz erkekleri hakkındaki komik hikayelerini dinledim . Yoruldum. Eve döndüm. Gece  uykumdan dört gibi uyandım. Gecenin o saatinde ancak çok sıkıcı bir rüya görürsen uyanırsın kan uykundan. Korkunç değil sıkıcı. Tekrar uykuya daldığımda bir adadaydım. İlker bacağından vurulmuş sitem ediyor, Selma bir motora atlamış İstanbul'a gidiyordu. Semuş ve ben on beş dakika sonraki motora biletimizi aldık, kafamın bir köşesinde de İlker'i hastaneden çıkarmak var. On beş dakika, gitsem mi kalsam mı, yetişir miyim derken uyanmışım, aksiyonlu bir rüyadan

13 Eylül 2011 Salı

Eylül akşamı değil bu, mavi kuş, mavi kuş!

mavi kuş her daim sarhoş
biraz da bize kızmış, onun için hiç yüz vermiyor
oysa güzel şarkıları vardı
yıldızlara ve denizlere
ama söylemiyor ki bizlere, susuyor
suç işlemiş eller gibi
perondaki boş trenler gibi
ucu görülmeyen tüneller gibi
gel hiç üzülme
salına salına uç
ben gelemem ama sen git biraz dolaş

saksağanın şakası sandılar
muhabbet kuşları ve papağanlar
belki de arkadaşındırlar
kargalar gibi karaladılar
kırlangıçlar ve serçeler
bize biraz yalan söylediler
çok saftık
zararsız küçük yalanlar gibi
yağmurdan kaçanlar gibi
bütün vapurları kaçıranlar gibi
gel hiç üzülme
salına salına uç
ben gelemem ama sen git biraz dolaş

mavi kuş sanki bir düş
kaşla göz arasında
geceyle gündüz ortasında
sokaklar bile sokaklara kesişir
gölgeler ki güneşe bağlı
biz ikimiz de öyleyiz ama bilmeyiz
ağıramamış aydınlıklar gibi
kireç tutmuş çaydanlıklar gibi
hiç sevişmemiş insancıklar gibi
gel hiç üzülme
salına salına uç
ben gelemem ama sen git biraz dolaş

mavi kuş her daim sarhoş
biraz da bize kızmış...

BÜLENT ORTAÇGİL

8 Eylül 2011 Perşembe

Franny ve Zooey

Kitabı bu kez orjinal dilinden okuyorum. Salinger aşkına!



En çok bunu seviyorum.


3 Eylül 2011 Cumartesi

KÜÇÜK ŞEYLERİN TANRISI YA DA LİRİK BİR DİL

Bir kez yazarın adı insanı kendine çekiyor, bir tınısı, aroması var, ARUNDHATI ROY. Kendisi gerçek bir aktivist. Hindistan'ın devlet politikalarını ciddi bir biçimde eleştirip, tüm yürüyüşlere katılan bir kadın. Hatta yaptığı açıklamalar nedeniyle hapiste yatmak zorunda kalmış bir yazar.

Küçük şeylerin tanrısı'nı alalı epey oluyor ancak okuması bu seneye nasip oldu. İlk aldığım zaman bu kadar anlayıp, taşları yerine oturtabileceğimi sanmıyorum. Demek ki herşeyin bir zamanı var. Kitapta tüm kelimelerin rengi ve sesi var. Mesela Sarah Moll, tabutunda dönerken çıkardığı pıt pıt mavi sesleri duyabiliyorsunuz, ya da duymanızı çok arzularım.

Kitap varlıklı bir Hindu ailesinin kızı  olan Ammu'nun, yanlarında çalışan ve toplumun en alt kesiminden olan bir gençle yaşadığı yasak ilişkiyi anlatıyor. Kast sistemine ağır bir bombalama harekatı düzenlenmiş. Kitaptan sevdiğim birkaç cümleyi yazmak istiyorum.


-Kadına dokunurken onunla konuşamıyordu. Onu severken bırakıp gidemiyordu.Konuşurken dinleyemiyor, savaşırken kazanamıyordu.

-Onu seçmelerinin nedeni, kırılganlığına inanmaktan başka çarelerinin olmdığını bilmeleriydi. Küçük şeylerle yetinmelilerdi. Her ayrıldıklarında birbirlerinden yalnızca küçücük bir söz alıyorlardı.
                        ''Yarın?''
                         ''Yarın''

     Her şeyin bir günde değişebileceğini biliyorlardı. Haklı çıktılar.

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Mesudiyeli ünlüler

 Dostlar arasında ne kadar meraklı bir insan olduğum bilinir ve kabul edilir. Gerekliden çok gereksize duyduğum hastalıklı duyarlılığı da kimse anlamaz ama saygı duyar. Neyse işte Mesudiyeli ünlüler çalışmam da böyle başladı. Ama kimse dalga geçmesin, çünkü bence Mesudiye bu konuda gerçekten irdelenmeli. Bu topraklar boş değil, analar kardeşler! Ben bazı yerlerin böyle bir enerjisi olduğuna inanıyorum. Ben bu araştırmayı ince ince yaparken uzun bir zamandır, aklıma Mesudiye Kaymakamlığı'nın internet sitesine bakmak geldi. Baktım inceledim ama böyle bir bilgi mevcut değildi; ama şöyle bir bilgi mevcuttu: ''İlçemizden çıkan şehitler''. Ne üzücü! Ne düşüneceğimi bilemedim. Şimdi  böyle bir çalışmayı kendime görev bildim.

    Oktay Ekşi ( Gazeteci)
     Gürbüz Doğan Ekşioğlu (İllüstratör- Mesudiye'de sadece doğmuş olmalı)
    Perihan Mağden  (Babası mesudiyeliymiş diye duydum ya da bir yazısında okudum emin değilim)

18 Ağustos 2011 Perşembe

Ojeli kız

  Bugün yatağın üstüne uzanmış bir yandan Orhan Pamuk okuyup bir yandan da Bach dinliyor ve el parmaklarımı yavaşça ojeliyorken, hepsine ayrı ayrı titizlenerek, aklıma çocukluğumdaki tombiş halim geldi. Akşam sefaları içinde kendini yerden yere atıp, toza kire bulanarak oynayan  kırmızı saçlı pembe yanaklı ben. Büyüyünce başına neler gelecek, binbir farklı duyguyla neler yaşayacağından  henüz habersiz  kırmızı kafa. Bu duygu hep içimde de, Bach'ın üstümde yaptığı etkiden midir nedir, tekrar anımsadım.


Yetişkin ben: Seni parmaklarına oje sürüp, doğu batı üzerine düşünerek yazı yazacak diyorlar.

Çocuk ben: Oje sürmeme annem kızıyo!

12 Ağustos 2011 Cuma

ANILAR 1


Bir yılı çeyrek geçe Ünye’deyim. Özlemiş miyim? Hayır! Ünye’yi değil ama arkamda bıraktığım koskoca kütüphanemi özlemişim mesela. Sürekli görüp ben de duygu uyandırmayan  bir takım şeylerin, bir yıl sonra ne kadar çok anlamlandığını görmek de  şaşırtı bünyemi.Albümleri gözden geçirmek de tadını unuttuğum bir aktivite halini almış. Uzun süre sonra ilk defa tekrar albümleri gözden geçirdiğimde  her bir fotoğrafa  hikaye yazabilecek kadar yaygaracı olmuşum iyi mi? Ya da farfaracı, bir Ünye deyimi kullanmadan geçemem. Uğursuzluk getirir.

  Aslında maceram uçak servisine binmemle başladı. Havaş’a değil, uçakla bekleme peronu arasındaki o kısa yolu alacak olan otobüsten bahsediyorum. Kitabımı okurken sakin sakin bütün otobüse sesini duyurmaya çalışan şu sesle irkildim.; ‘Ay Aysel Abla, naber? Ben de işte Samsun’a gidiyorum. Marmara Üniversitesi’nde araştırma görevlisi oldum. Bu sene hep yurt dışına gittim geldim. Başka yerlerden de teklif geldi’’ Soluksuz iki dakikada derledi ve son nefesini verdi kadın. Aysel Abla da tabii ki boş durmadı; ‘ Benim kız da ‘’disaynır’’oldu. Zaten biliyorsun çok yetenekliydi. Oğlum da iyi bir şirkette işe girdi’’ Bu ablalar daha gitmeden bir Ünye gerçeğini bana iki dakikada hatırlatarak, hazırlanmam gereken konularda, sorularda  bana bir nevi ön bir uyarıda bulundular. Sağolsunlar.


 

 Anne ve babam özlemişler tabii ki beni; ama biz hiçbir zaman ıslak ıslak öpüşen kucaklaşan bir aile olamadık. Öyle bir iki saniyeden daha fazla birbirimizi kucaklarsak mesela içimize daral gelir. O iki saniyeden fazla şovuna girdiğim zamanlar oldu tabii de, alışmadık kıçta da don durmaz. Sağı solu, eşi dostu, ana babayı bunaltmanın manası yok.


Bu gelişimde babamın arkadaş grubuna sardım. Bir anlamda beni çok güldürüyorlar. Babam tabii bunların içinde cep telefonu, banka kartı ve internet kullanmayı bildiği için kendine bir hayli güveniyor. Cep telefonunu kullanamayan mı var hoopp babamın yanına geliyorlar. Bankadan kartıyla para çekerken heyecanlanan mı var, ‘Alo Recai, nerdesin?’’ Tabii bunlar da babama bir özgüven getirmiş, hatta patlamasını yaşıyor diyebilirim. Kötü mü olmuş? Hayır. Görebildiğim kadarıyla annemi biraz rahat bırakmış, daha iyi geçinmeye başlamışlar.


 Bugün Ellyn geliyor Ünye’ye. En azından iki günüm biraz daha hareketli ve eğlenceli geçecek. Bu arada bu yazının başlığını  ‘Anılar 1’ yaptım, ama bu serinin en bombası  ‘Anılar 9’ du. Ben de bu sebeple en bomba yazımı J Anılar 9 ‘da yazacağım.








6 Ağustos 2011 Cumartesi

göz-renk-ferahlık

Birgit'in önerisiyle gözümü kapatıp, gördüğüm tüm renklerin içine girdim, hızlıca. Pembe, turuncu, ten rengi ışıklar. Uzun ve meşakkatli bir işe başlıyorum, ama devamı güzel olacak gibi hissediyorum.

4 Ağustos 2011 Perşembe

Amy sönmedi sana öyle gelmiş!

  Nil Karaibrahimgil arkadaş çevremde sevilen bir insan değil. Benim göremediğim birçok şeyi de onların sayesinde görebildim, haklılar. Neyse, geçenlerde bir Amy Winehouse yazısı yazmış kendisi. Ama yazıda Amy Winehouse'u değil yıllar önce Camdentown'da geçen bir gününü anlatıyor gibi. Hayır biz zaten biliyoruz onun ne kadar mükemmel, ne kadar Londrasever, ne kadar müzikten anlar bir insan olduğunu. Ne gerek var veda yazısı başlığı altında yine reklamcılık yapmasına? Şimdi sinirime dokunan cümleleri sıralıyorum;

    *Ne şanslıydım ki, çok yakında kozasından çıkıp devleşecek, adını ve şarkılarını tüm dünyaya ezberletecek bu küçük kadına herkesten biraz önce şahit olmuştum.( En birinci sensin, tartışmıyoruz.)




 *Alt katında oturan bir tanıdığımızın kızı, Amy'nin açık unuttuğu küvet musluğundan sızan suyla bir gün, salonunun kendi katına çöktüğünü söylediğinde artık bu hikayeler fazla gelmeye başladı bana. 




*Amy'nin ruhunun kayıp ilanı gibiydi. ( Böyle cümleleri twitter'da da kuruyorsun)


*Evinde bira kutuları, kapalı perdeler ve yıkanmamış bulaşıklar vardı. ( Şarkının adı ''back to black'' , '' ben ona resmen aşığım' değil'. O şarkılar twitt atarken yazılmıyor. O bulaşıkların hesabı kimseye düşmez, bir sanatçıya da böyle veda yazısı yazılmaz)


*Ne güzel yandın, ne erken söndün sen.(Sana öyle geliyor olmasın?)

2 Ağustos 2011 Salı

Taksici ikilemi.

 İstanbul'a yeni gelmem nedeniyle yolların birçoğuna vakıf değilim. Bu nedenle insafsız bir taksicinin eline düştüğüm vakit, haliyle kazığın da alasını yiyorum. Bazen taksiden inerken söyleniyorum, bazen de on kuruşluk para üstümü bekleyip, taksiciyi uyuz ediyorum. Zaten taksici bindiğim anda ''Hangi yoldan gidelim, abla?'' diye sorarsa, sinirden şakaklarımın zonkladığını hissediyorum. Hatta geçenlerde, Bostancı'ya giderken aynı soruyu alınca, dedim ki ''Beyefendi, hangisi en kısaysa lütfen o yolu kullanın. Taksiciler arasında son moda bu soru mu acaba?'' diye sordum. Adam da gülerek '' Benim bildiğim yoldan gidersek biraz tuzlu olur ama ''diye cevap verdi.  Ben de ''O sizin vicdanınza kalmış yapacak birşeyim yok'' dedim. Ancak adam beni kısa yoldan götürdü anladığım kadarıyla, inerken de dedi ki '' Abla seni kısa yoldan getirdim, yaa'' dedi. Teşekkür edip indim. Gittiğim memleketler içinde en çok Londra'da taksi kullandım. Bir seferinde adam beş poundum çıkmayınca ''Lütfen hanımefendi, mühim değil demişti.'' Tabii gönül ister ki karşılaştırmalı şehir kültürü olayına girmeyeyim ama yazmadan da duramıyorum.

 Başlığın '' ikilem'' olayı ise şurdan geliyor. Gece eve geç döneceğim vakitler genellikle taksiyi kullanıyorum. Taksiden indiğim zaman bir bakıyorum taksici ben içeri girene, hatta ışığı yakana kadar bekliyor. Sonra da bir korna çakıp yoluna gidiyor. O gece bana kazığı atmışsa da aynısını yapıyor. İşte bu noktada bu ikileme kafayı takıyorum. İyilik kötülük bir arada. Zıtlıkların kentinden bir tane daha, hiç bitmez...

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Bu yaz çok zalim !!

 Eskiden ''Öptüm bay'' adında bir bilok var idi. Hiç sevmez, çok yapmacık bulurdum. İnsanların şikayet ve dert anlattıkları bir oluşumdu. Şimdiyse 2011 yaz'ı hakkında uzun uzun mektup döşesem fena olmayacak hissiyatındayım. Aslında mektubu falan bırakıp, elimdeki çalı süpürgesinin sapıyla dövesim var. Çok kızgınım. Yirmi bir yaşındaki insanların yanarak ölmesini hiçbir kelime tarif edemiyor. Sorular var, cevap yok; ama olan olmuş yapacak bir şey yok diyen bir içişleri bakanı var. Sonra Oslo'daki vahşet ve katilin hiçbir pişmanlık içinde olmayışı. Ne kadarı medyanın goygoyu bilinmez elbette ama Türk ve müslüman düşmanlığı da yanında bonusuymuş bu caninin. Suçunu bir nebze hafifletir diye mi düşünüyor acaba? En son da Amy Winehouse. Ahh Amy Winehouse! Camden Town'daki evinde ölü bulunmuş. Bu konuya girersem çıkamam herhalde. Uzun uzun üzüldüğüm bir yaz mevsimi şarkılarıyla acımı dindirmiş, yardımcım olmuştu. Üzüntü bitti ama Amy gitti. Huzur için de uyu bunu yürekten diliyorum.

17 Temmuz 2011 Pazar

Cücelerin düğünü ya da bilinç altı bana ne demek istiyor?

Ünye Meydanı'ndan Ortayılmazlar Mahallesine doğru çıkıyorum bir akşam vakti. Her yer karanlık, Çınar Market bile. Tek başımayım; ama Ünye'deyim nasılsa diye hiç korkmuyorum. Birden gözüme gelinlik giymiş ve  mutlulukla koşuşturan cüce kadınlar çarpıyor. Hiçbiri genç değil ama beyazlar içinde bir genç kız heyecanıyla koşuyorlar. Daha iyi izleyeyim şunların diye saklanacak bir yer aranıyorum; ama nafile bulamıyorum. O kadar görünür olmama, sokakta tek başıma bulunmama rağmen, hepsi o kadar mutlu ki beni hiç kimse farketmiyor. Hem rahatlıyor, hem güceniyorum. Niye güceniyorum, bilmiyorum. Öyle bir duygu gelip geçiyor içimden. Cüce gelinlerin ardından, onlardan sorumlu gibi görünen bir elli boylarında başka bir kadın geliyor. Erkeksi tavırlar içinde, kızları sakinleştirmek ister gibi hızlı ama asla koşmadan peşlerinden gidiyor. Bu arada hepsi de yorgancı dükkanının içine doluşuyorlar. Dükkanın içi ışıl ışıl, nasıl parlak. Hepsi içeri girdikten sonra yoluma devam etmeye karar veriyorum. O da ne? İki adım atıyorum ki simit dükkanı ile yorgancı arasındaki yokuştan cüce erkekler iniyor, smokinlerini giymişler ve nasıl ciddiler. Onların da arkasında daha uzunca ve hepsinin düzeninden sorumlu başka bir erkek ve smokinsiz. Bir ara bu cüce erkeklerden biriyle göz göze geliyoruz, ama hiç istifini bozmuyor. Hepsi içeri girdikten sonra kapıyı yüzüme kapatıyorlar,çattt diye. O esnada gözlerimi açıyorum.

14 Temmuz 2011 Perşembe

Mehmet Öz ve küçük çocuk ya da Who wants to live forever Allahaşkına

 Geçenlerde Mehmet Öz'ün gazetede bir mülakatını okudum. Okuduktan sonra da ''Bu kadar insan manyak mı yahu, bu adama niye bu kadar tapınıyorlar'' dedim. Dedim mi, dedim vallahi.  Neyse bu abiye bi parantez açalım. Açmamın nedeni uzunca özgeçmişini yazmak için değil elbet, bendeki Mehmet Öz'ü anlatmak için. Bir kere bana anlattığı bazı şeyler konusunda uzun uzun diretmesi sıkıcı geliyor. Milletçek anladık haftada dört kere seks yapılacak. Aklıma gelmemiş bak, yapamayanlar ne yapsın diye soru atmak. Belki onların da günde beş öğün sarmısak çiğnemeleri gerekecektir. Çünkü sarmısakta .............  Sarmısak elbette benim kafamdan attığım birşey de, en az beş insanı da buna inandırabileceğimi biliyorum. İşe bu nedenle de Mehmet Öz'ün de bazen bu kafada olduğunu düşünüyorum. Tamam Oprah'ın şovuna çıktın, ama hiç konuşamadığın Türkçenle gelip buranın da ekmeğini toplama bari. Bırak başkaları toplasın.

 Aslında bahsetmek istediğim başkaydı da konumu dağıttım. Küçük Mehmet'i Noel Baba'ya götürmüşler bir Noel öncesi. Bunun önündeki çocuğa Noel baba sormuş büyüyünce ne olacağını, çocuk da bilmiyorum, düşünmedim diye cevap vermiş. Bizim Mehmetçiği almış mı bir helecan. Çünkü o da düşünmemişmiş. Bunu gören doktor babası hemen çekmiş bizimkini köşeye ve demişki '' Sen asla ben bilmiyorum demeyeceksin, kararsız olmayacaksın'' İşte o yaşta Mehmet doktor olmaya karar vermiş falan filan. Gururla bu hikayeyi anlatıyor da ben diğer çocuğu daha saygıdeğer buluyorum. İşte ben de belki bu sebeple Birlik ilköğretim'de çalışıyorum. Neyse, bu adamın hikayesi de böyle. Yazarken ayrı, imla düzeltirken ayrı bunaldım. Sosyal içerikli yazım olmadı demem diye yayınlıyorum ama.

21 Haziran 2011 Salı

Şüpheci ben!

 Yaş itibarıyla farklı olayım, alternatif takılayım dönemlerini atlattığımı düşünüyorum. Acaba atlatamadım mı?  Nişanlı  bir çift gördüm facebook'tan birbirlerinin sabahlarını kutlayan, birbirlerini ne de çok seviyorlar. Gösteriş olabilir mi? Çok kibar biriyle flört ediyorum. Acaba köprüyü geçene kadar ayıya-dayı korelasyonu mu kuruyor kendi kafasınca? Okulda kendine çok güvenen kadın ne de itici. İticiliğine laf yok da  güveni yalab olabilir mi?. Küçükken çok ezmişler sanki. Herkes kadar sevilmek, takdir edilmek istiyor. Yoksa herkese ağzının payını vermeye bu kadar meraklı olunur mu?  Bitmedi...

2 Haziran 2011 Perşembe

Foto-şok

 Sevgili arkadaşım Şinasi Göktürkler tarafından çekilen portre çalışmam. Bu fotoğrafta '' Foto-şok dünyasında ben de varım'' demek istiyorum.

26 Mayıs 2011 Perşembe

Şu andaki tek arzum

BİR MİSAFİRLİĞE

Bir misafirliğe gitsem,
Bana temiz yatak yapsalar;
Her şeyi, adımı bile unutup
Uyusam...


Melih Cevdet ANDAY

17 Mayıs 2011 Salı

Two days in Paris


it always fascinates me how people go from loving you madly, to nothing at all. nothing. it hurts so much. when i feel someone will leave me i have a tendency to break up first before i get to hear the whole thing. 

here it is. one more, one less, another wasted love story. i really loved this one. when i think that it’s over, that i’ll never see him again… well, i’ll bump into him, we’ll meet our new boyfriend and girlfriend, act as if we had never been together. then we’ll slowly think of each other less and less, until we forget each other completely. almost. always the same for me - break up, break down. drink up, fool around, meet one guy, then another, fuck around to forget the one and only. then after a few months of emptiness, start again to look for true love. desperately look everywhere and, after two years of loneliness, meet a new love and swear it is the one, until that one is gone as well. 

there’s a moment in life where you can’t recover any more from another break-up. and even if this person bugs you 60% of the time, you still can’t live without him. and even if he wakes you up every day by sneezing right in your face, well, `you love his sneezes more than anyone else’s kisses`."

Nina Simone - Just In Time ya da ne tatlısın sen Nina simone

13 Mayıs 2011 Cuma

Sabah kalkıp dünyayı kurtarıcam!

Yarın  beş saat özel dersim var. Ders vermeyi sevmediğimden değil de önünde sonunda iş. En sevdiğini de yapsa bir süre sonra sıkılıp bunalıyor insan. Yarınki derslere de nasıl da hazırlanmam lazım, anlatamam . Hepsine farklı bir konu anlatacağım.  Ama ben ne yapıyorum? Televizyon izliyor, ara ara dergi bakıyorum. Şu yaşa geldim de hala '' Sabah erken kalkar yaparım yeaaa'' geyiğini bırakamadım ya, ne desem boş. Bazen ödevlerini düzenli olarak yapmayan öğrencilere kızdığımda bu düşünceler aklıma gelmiyor değil . Geliyor gelmesine de ben öğrenciyken  öğretmen korkusuna, belki de saygısına kalkar erkenden paşa paşa yapardım ödevimi. Ders hazırlayacağım diye  bu gece dışarı çıkmadım. Yani kendime hep bir şans daha vermeyi ihmal etmem, en azından bu hususlarda. Şimdi bu yazıyı bitirip, saatimi kurucam. Vallahi de billahi de erkek kalkıp dersimi hazırlayacağım .

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Sevdiğim şeylerin listesi/ S harfi ile başlayanlar.

 Üniversitedeyken bir arkadaş manitasına ''Hayatta en sevdiğin şey nedir?'' diye sormuş. Manita da başka bir soruyla karşılık vermiş, ''Hangi harften en sevdiğimi soruyorsun?''. Ben bu soruya o zaman kıçımla ölesiye güldüğümü hatırlıyorum. Arkadaşım, çocuğun koca bir listesi olduğunu söylemişti. Oturmuş ince ince yazmış bunları kağıtlara. Bu incik cincik işlerle uğraşan eleman kısa boyluydu, hem de ölesiye kısa boylu. Böyle yaratıcı şeyler zaten kısa erkeklerden çıkar. Hep daha fazla bilmişlik hali, boyu kadar bir de yerin altında bulunma durumları.İlk başta şans vermediğin adam bir bakmışsın hayatına girmiş de seni yönetiyor. Ah siz kısa boylu erkekler! Ne desem boş. Neyse işte, ben bu en sevdiğin şey nedir, hangi harf muhabbetini saçma buldum bulmasına da, ne zaman bir flörte kalksam bu soruyu sordum . En çok da muhabbetin kangren olduğu anlarda. Ve ne oldu dersiniz?  Tuttu! Vallahi de billahi de tuttu! Karşımdaki her seferinde başka harfleri de sor, beni keşfet yanlışlarına düşüp kendinden geçti. Demek ki bu kısa boylu elemanların bir bildiği var.

  Sonuç olarak sadete gelirsek benim S harfinden en sevdiğim şey ''soba''. Ne güzel üstünde çay demle, su ısıt, köşesinde annen saçını yıkasın, sabah ekmek kızart çıtır çıtır bir de üstüne tereyağı. Ne tatlı! Şimdi bir fotoğrafını koyayım da hatrı kalmasın.

8 Mayıs 2011 Pazar

Pislikoğlu pislik

 Dün nerdeyse bütün gün çalıştım. Şikayetçisi değilim. Birlik'te kendimi yırtıp da laf anlatamamaktan iyidir. Neyse, akşama 122c ile eve dönerken Real'e bir uğrayayım da alışveriş edeyim dedim. Mekan kavramım değil de zaman kavramımı kaybettiğim, unuttuğum için alışveriş dışında herşeyi düşünerek, market arabasında çocuk gönlü yapıyormuş gibi gezdim. Sonradan aklım başıma geldi de beş dakikada alacağımı aldım, kasaya yönlendim. Kasalar tabii ağzına kadar dolu, kasiyerler stresli. Tam sıra bana geldi ki kasa bozuldu. Arkamda da saysan arabası ağzına kadar dolu altı insan var. Kadın dedi ki ''Sizi yan kasaya alalım hanımefendi''.  Yan kasaya geçerken de herkes sırasını bildi, tabii bir ayı dışında herkes. En arka sırada duran adam ve karısı hemen geçmişler diğer kasaya. Ben de uyardım tabii ki,'' Pardon ama benim sıram ''dedim. Bu konuşan ayı ise bana ''O az evveldi, kasalar değişti. Şimdi sıra bizde'' dedi. Bu sırada arkamdan cık cık sesleri yükseldi, ama sadece cık. Bu cık cıklardan güç alabilirdim, almamayı tercih ettim. Yumruklarımı sıkıp derin bir nefes aldıktan sonra, 'Buyurun buyurun, nasıl da düşünemedim. Tabii ki sıra sizde'' dedim. Arkamdaki çoğunluktan gülme sesleri geldi bu esnada. Ben artık o kadar sinirlenmiştim ki adamın aldıkları kasadan geçerken arkamı dönmeyi tercih edip içimden 'Öküzoğlu öküz, hayvanoğlu hayvan, sana değil karına acıyorum'' gibi laflar geçirmeye başladım ama nafile sinirimi alamadım. Şimdi burda belki büyük harfle yazarsam biraz rahatlıycam. PİSLİKKKK, ERKEK OLSAM YİNE AYNI HAYVANLIĞI YAPACAK MIYDIN BANA? KUŞBEYİNLİİİİİ, .  Olmuyor, ne yapsam alamıyorum sinirimi. Kavgaya devam!

4 Mayıs 2011 Çarşamba

1 Mayıs 2011 Pazar

Tiffany'de Kahvaltı

 Tiffany'de Kahvaltı'nın filmini henüz izlemedim ama kitabını keyifle okudum. Kitabı okuyunca aklıma gelen ilk isim Marilyn Monroe oldu. Sanki filmde Audrey Hepburn, Marilyn Monroe'yu oynamış. Marilyn gerçek hayatta nasıl hep daha fazla sevgi istediyse, Audrey de kitapta aynı role bürünüyor. Bunları düşünürken, geçende D&R'DA Truman Capote'nin bir kitabına rastladım. Kitabın yarısında öyküler diğer yarısında ise Truman'ın insanlarla yaptığı röportajlar var. Röportaj yaptığı insanlardan biri de Marilyn. Ayak üstü okuduğum için çok detaylı hatırlamıyorum ama ölüm kalım meselelerinden ve yine Tiffany'de Kahvaltı'ya konu olabilecek şeylerden bahsediyorlardı. Bu sebeple Tiffany'de Kahvaltı'nın ilham perisinin Marilyn'in olabileceğini düşündüm. Benim çıkarımım baştan sona yanlış da olabilir tabii de ben kendi içimde buna yüzde yüz inandım gitti.

29 Nisan 2011 Cuma

Küçükken beni neyle besliyorlardı acaba?

Doğmamış çocuğa don biçilmez/ baby shower

 Memlekete yeni bir adet daha geldi; ''Baby Shower''. Türkçeye nasıl çevireceğimi bilemedim.En uygunu 'Bebeğime Hoşgeldin Partisi'' ama o da tam anlamını vermiyor. Bunla idare edelim. Neyse, bu ''Baby shower''dan  iki sene önce Reha Muhtar ve karısı  aracılığıyla haberim olmuştu. Bunlar bebekleri doğmadan en yakın arkadaşlarının düzenlediği bir bebek partisi yapmışlar ve fotoğraflarını da bir dergiye vermişlerdi.

  Parti şu şekilde gerçekleşiyor. Annenin en yakın arkadaşı partiye gelecekler listesini, yeri, yiyecek işini hazırlayıp insanları davet ediyor. Katılanlar da bebeğe çeşitli hediyeler getiriyorlar. Bu hediyeler annenin daha önce anlaştığı bir dükkandan da olabiliyor. Tabii en önemli husus ise bu partinin bebek doğmadan yapılması. . Bunu tekrar nereden hatırladım? Birkaç hafta  önce Suzanne konsolosluktan bir arkadaşının baby shower partisine gideceğini söyleyince, oturttum karşıma merak ettiğim tüm soruları sordum öğrendim. Sonra da bu konuyu unuttum. Birkaç gün önce baktım feyzbukumda bir arkadaşımın baby shower'da fotoları etiketlenmiş. Merak bu boru değil. En az Mesudiyeli ünlüleri merak edip gecenin onikisinde araştırmak kadar da gereksiz. Neyse, baktım fotoğraflara, Türk bir aile işte sen ben gibi . Sonra da baby shower partisine giden başka insanlar duyunca buraya yazmak istedim.

 Bu Amerikan geleneğini kolayca nasıl benimsemiş insanlar anlamadım. Bizim kültürümüzde bebek dört aylık olmadan kıyafet bile alınmaz. Eskiden anlamadığım bu adeti sonuna kadar tutuyor ve destekliyorum. Bir doğsun bakalım bebek sağlıkla, hemen donunu biçmenin alemi nedir?  Partinin gerçek sahibi gelmeden kendini baş role koymanın luzumu ne.?Üzgünüm Amerikacığım ama bu konuda beni kendi tarafına çekemeyeceksin. Ben olur da bir gün nurtopu gibi kızıl bir bebek doğurursam  ilk önce bebek mevlüdü  yapacağım.Sonra da tek tek tüm arkadaşlarımı bebek görmesine davet edip şerbet hazırlayacağım. Bildin mi?

26 Nisan 2011 Salı

Gelip kesseler canım acımayacak. Öyle bir durumdayım. Hakkımda hayırlısı olsun.

25 Nisan 2011 Pazartesi

İki resim arasındaki yedi farkı bulun!


 Pazar günü Marmara Üniversitesi'nde  Ales sınavına girdim. Onun öncesinde de bir bardak çay içeyim diye simit satan bir saraya oturdum. Kendime ıspanaklı börek ve çay alarak kenardaki masaya yerleştim. Ispanaklı börek istediğim gibi çıkmayınca çayla yetinip etrafıma bakınmaya başladım. Yan masada en fazla elli yaşlarında olan iki abi, iki resim arasındaki bilmem kaç farkı bulmaya çalışıyorlardı. Biri şöyle diyordu, 'Aha lan, tırnağı yok bunun tırnağı! Etti mi sana üç!''. Diğeri de ' Bakayım lan, nerdeymiş' diyerek arkadaşının elindeki gazeteyi çekmeye çalışıyordu. Bunları izlerken birden üzerime bir neşe geldi ve gülmeye başladım. Ayı gibi değil tabii ki, sessizce. Yani öyle bir duygu ki bir farkı bulamasalar yardımlarına gideceğim onlar sormadan. Bunlar devam ederken gazeteyi arkadaşının elinden çekmeye çalışanla göz göze geldik. Adamın  izleniyor ve hatta gülünüyor olmaktan hiç hoşlanmadığını hissettim.  Abi de hemen arkadaşının elindeki yedi farkla ilgilenmeyi bırakıp cebinden at yarışı kuponunu ve başka bir gazete çıkardı. Az evvel gördüklerini unut seni keserim der gibi bir havası vardı. Arkadaşına atlarla ilgili sorular sormaya başladı. Olayın doğallığı kaçınca benim de neşem ve ilgim dağıldı. Sessizce masamdan kalkıp sınavıma doğru yol aldım. Şimdi bir bulmaca benden. İki resim arasındaki yedi farkı bulun:)