29 Ağustos 2011 Pazartesi

Mesudiyeli ünlüler

 Dostlar arasında ne kadar meraklı bir insan olduğum bilinir ve kabul edilir. Gerekliden çok gereksize duyduğum hastalıklı duyarlılığı da kimse anlamaz ama saygı duyar. Neyse işte Mesudiyeli ünlüler çalışmam da böyle başladı. Ama kimse dalga geçmesin, çünkü bence Mesudiye bu konuda gerçekten irdelenmeli. Bu topraklar boş değil, analar kardeşler! Ben bazı yerlerin böyle bir enerjisi olduğuna inanıyorum. Ben bu araştırmayı ince ince yaparken uzun bir zamandır, aklıma Mesudiye Kaymakamlığı'nın internet sitesine bakmak geldi. Baktım inceledim ama böyle bir bilgi mevcut değildi; ama şöyle bir bilgi mevcuttu: ''İlçemizden çıkan şehitler''. Ne üzücü! Ne düşüneceğimi bilemedim. Şimdi  böyle bir çalışmayı kendime görev bildim.

    Oktay Ekşi ( Gazeteci)
     Gürbüz Doğan Ekşioğlu (İllüstratör- Mesudiye'de sadece doğmuş olmalı)
    Perihan Mağden  (Babası mesudiyeliymiş diye duydum ya da bir yazısında okudum emin değilim)

18 Ağustos 2011 Perşembe

Ojeli kız

  Bugün yatağın üstüne uzanmış bir yandan Orhan Pamuk okuyup bir yandan da Bach dinliyor ve el parmaklarımı yavaşça ojeliyorken, hepsine ayrı ayrı titizlenerek, aklıma çocukluğumdaki tombiş halim geldi. Akşam sefaları içinde kendini yerden yere atıp, toza kire bulanarak oynayan  kırmızı saçlı pembe yanaklı ben. Büyüyünce başına neler gelecek, binbir farklı duyguyla neler yaşayacağından  henüz habersiz  kırmızı kafa. Bu duygu hep içimde de, Bach'ın üstümde yaptığı etkiden midir nedir, tekrar anımsadım.


Yetişkin ben: Seni parmaklarına oje sürüp, doğu batı üzerine düşünerek yazı yazacak diyorlar.

Çocuk ben: Oje sürmeme annem kızıyo!

12 Ağustos 2011 Cuma

ANILAR 1


Bir yılı çeyrek geçe Ünye’deyim. Özlemiş miyim? Hayır! Ünye’yi değil ama arkamda bıraktığım koskoca kütüphanemi özlemişim mesela. Sürekli görüp ben de duygu uyandırmayan  bir takım şeylerin, bir yıl sonra ne kadar çok anlamlandığını görmek de  şaşırtı bünyemi.Albümleri gözden geçirmek de tadını unuttuğum bir aktivite halini almış. Uzun süre sonra ilk defa tekrar albümleri gözden geçirdiğimde  her bir fotoğrafa  hikaye yazabilecek kadar yaygaracı olmuşum iyi mi? Ya da farfaracı, bir Ünye deyimi kullanmadan geçemem. Uğursuzluk getirir.

  Aslında maceram uçak servisine binmemle başladı. Havaş’a değil, uçakla bekleme peronu arasındaki o kısa yolu alacak olan otobüsten bahsediyorum. Kitabımı okurken sakin sakin bütün otobüse sesini duyurmaya çalışan şu sesle irkildim.; ‘Ay Aysel Abla, naber? Ben de işte Samsun’a gidiyorum. Marmara Üniversitesi’nde araştırma görevlisi oldum. Bu sene hep yurt dışına gittim geldim. Başka yerlerden de teklif geldi’’ Soluksuz iki dakikada derledi ve son nefesini verdi kadın. Aysel Abla da tabii ki boş durmadı; ‘ Benim kız da ‘’disaynır’’oldu. Zaten biliyorsun çok yetenekliydi. Oğlum da iyi bir şirkette işe girdi’’ Bu ablalar daha gitmeden bir Ünye gerçeğini bana iki dakikada hatırlatarak, hazırlanmam gereken konularda, sorularda  bana bir nevi ön bir uyarıda bulundular. Sağolsunlar.


 

 Anne ve babam özlemişler tabii ki beni; ama biz hiçbir zaman ıslak ıslak öpüşen kucaklaşan bir aile olamadık. Öyle bir iki saniyeden daha fazla birbirimizi kucaklarsak mesela içimize daral gelir. O iki saniyeden fazla şovuna girdiğim zamanlar oldu tabii de, alışmadık kıçta da don durmaz. Sağı solu, eşi dostu, ana babayı bunaltmanın manası yok.


Bu gelişimde babamın arkadaş grubuna sardım. Bir anlamda beni çok güldürüyorlar. Babam tabii bunların içinde cep telefonu, banka kartı ve internet kullanmayı bildiği için kendine bir hayli güveniyor. Cep telefonunu kullanamayan mı var hoopp babamın yanına geliyorlar. Bankadan kartıyla para çekerken heyecanlanan mı var, ‘Alo Recai, nerdesin?’’ Tabii bunlar da babama bir özgüven getirmiş, hatta patlamasını yaşıyor diyebilirim. Kötü mü olmuş? Hayır. Görebildiğim kadarıyla annemi biraz rahat bırakmış, daha iyi geçinmeye başlamışlar.


 Bugün Ellyn geliyor Ünye’ye. En azından iki günüm biraz daha hareketli ve eğlenceli geçecek. Bu arada bu yazının başlığını  ‘Anılar 1’ yaptım, ama bu serinin en bombası  ‘Anılar 9’ du. Ben de bu sebeple en bomba yazımı J Anılar 9 ‘da yazacağım.








6 Ağustos 2011 Cumartesi

göz-renk-ferahlık

Birgit'in önerisiyle gözümü kapatıp, gördüğüm tüm renklerin içine girdim, hızlıca. Pembe, turuncu, ten rengi ışıklar. Uzun ve meşakkatli bir işe başlıyorum, ama devamı güzel olacak gibi hissediyorum.

4 Ağustos 2011 Perşembe

Amy sönmedi sana öyle gelmiş!

  Nil Karaibrahimgil arkadaş çevremde sevilen bir insan değil. Benim göremediğim birçok şeyi de onların sayesinde görebildim, haklılar. Neyse, geçenlerde bir Amy Winehouse yazısı yazmış kendisi. Ama yazıda Amy Winehouse'u değil yıllar önce Camdentown'da geçen bir gününü anlatıyor gibi. Hayır biz zaten biliyoruz onun ne kadar mükemmel, ne kadar Londrasever, ne kadar müzikten anlar bir insan olduğunu. Ne gerek var veda yazısı başlığı altında yine reklamcılık yapmasına? Şimdi sinirime dokunan cümleleri sıralıyorum;

    *Ne şanslıydım ki, çok yakında kozasından çıkıp devleşecek, adını ve şarkılarını tüm dünyaya ezberletecek bu küçük kadına herkesten biraz önce şahit olmuştum.( En birinci sensin, tartışmıyoruz.)




 *Alt katında oturan bir tanıdığımızın kızı, Amy'nin açık unuttuğu küvet musluğundan sızan suyla bir gün, salonunun kendi katına çöktüğünü söylediğinde artık bu hikayeler fazla gelmeye başladı bana. 




*Amy'nin ruhunun kayıp ilanı gibiydi. ( Böyle cümleleri twitter'da da kuruyorsun)


*Evinde bira kutuları, kapalı perdeler ve yıkanmamış bulaşıklar vardı. ( Şarkının adı ''back to black'' , '' ben ona resmen aşığım' değil'. O şarkılar twitt atarken yazılmıyor. O bulaşıkların hesabı kimseye düşmez, bir sanatçıya da böyle veda yazısı yazılmaz)


*Ne güzel yandın, ne erken söndün sen.(Sana öyle geliyor olmasın?)

2 Ağustos 2011 Salı

Taksici ikilemi.

 İstanbul'a yeni gelmem nedeniyle yolların birçoğuna vakıf değilim. Bu nedenle insafsız bir taksicinin eline düştüğüm vakit, haliyle kazığın da alasını yiyorum. Bazen taksiden inerken söyleniyorum, bazen de on kuruşluk para üstümü bekleyip, taksiciyi uyuz ediyorum. Zaten taksici bindiğim anda ''Hangi yoldan gidelim, abla?'' diye sorarsa, sinirden şakaklarımın zonkladığını hissediyorum. Hatta geçenlerde, Bostancı'ya giderken aynı soruyu alınca, dedim ki ''Beyefendi, hangisi en kısaysa lütfen o yolu kullanın. Taksiciler arasında son moda bu soru mu acaba?'' diye sordum. Adam da gülerek '' Benim bildiğim yoldan gidersek biraz tuzlu olur ama ''diye cevap verdi.  Ben de ''O sizin vicdanınza kalmış yapacak birşeyim yok'' dedim. Ancak adam beni kısa yoldan götürdü anladığım kadarıyla, inerken de dedi ki '' Abla seni kısa yoldan getirdim, yaa'' dedi. Teşekkür edip indim. Gittiğim memleketler içinde en çok Londra'da taksi kullandım. Bir seferinde adam beş poundum çıkmayınca ''Lütfen hanımefendi, mühim değil demişti.'' Tabii gönül ister ki karşılaştırmalı şehir kültürü olayına girmeyeyim ama yazmadan da duramıyorum.

 Başlığın '' ikilem'' olayı ise şurdan geliyor. Gece eve geç döneceğim vakitler genellikle taksiyi kullanıyorum. Taksiden indiğim zaman bir bakıyorum taksici ben içeri girene, hatta ışığı yakana kadar bekliyor. Sonra da bir korna çakıp yoluna gidiyor. O gece bana kazığı atmışsa da aynısını yapıyor. İşte bu noktada bu ikileme kafayı takıyorum. İyilik kötülük bir arada. Zıtlıkların kentinden bir tane daha, hiç bitmez...