5 Kasım 2015 Perşembe

Hayaller Nakata gerçekler Yugo bile değil:)

İsmi lazım değil uluslarası bir şirketin  çalışanına ders vermeye gittim çarşamba günü. Neyse kapıdan beni aldı asistanı yukarı çıkardı. Tam adamın odasının önündeyim içeri giricem elim ayağıma dolaştı. Niye dolaştı? Yugo'nun  aynısı diyebileceğim bir adam gülerek dışarı çıkıyordu. Oracıkta bayılıcam zannettim. Hatta öğrencim ;' Hey Gül, are you ok?'' demesiyle kendime yine de gelemedim. Niye bu kadar heyecan yaptığımı da anlayamadım. Yugo'nun kendi fotosunu koyacak değilim görsel olarak ama birkaç tane beğendiğim Japon beyefendi ekliyeyim:)


12 Ekim 2015 Pazartesi

Peynir hikayesi

İnsanların hayatlarında ilkokul çok mühim, adı üstünde ilkokul. Aile ve sokak dışında ilk kez kendi kendine sosyalleştiğin çok olmasa da kendince kararlarını verdiğin bir yer. Kuralları öğreniyorsun, sınıf başkanı seçiyorsun, tuvalet için izin almak gerektiğini anlıyor ve yavaştan para nasıl kullanılır, neler alabilirsin, para üstü almak gibi gündelik işlerle haşır neşir olmaya başlıyorsun. Benimm ilkokuldan önce bir de anasınıfı maceram oldu. Benim için gerçekten bambaşka bir dünyaydı. Güzel yazı yazdığı ve resim yaptığı için aferin alan çocuklar... Ben neden aferin alamıyorum acaba diye düşündüğümü ve bunun için çok çaba sarfettiğimi hatırlıyorum. Ve her sınıfta istisnasız olan parlak birkaç çocuk. Bizim sınıfta biri kız biri erkek olmak üzere iki tane vardı bunlardan. O zamanın imkanlarıyla küçük tahta masalarda oturur ve öğretmenin selelerin içinden döktüğü çoğunun boyası dökülmüş leş oyuncaklara talim ederdik. Bir bebek de mi olmazdı? Yoktu açıkçası. Artık o dökülme esnasında kimin önüne ne gelmişse onunla oynar dururdu. Kimsenin hep de aynı oyuncak yeter artık diye şikayet ettiğini de hatırlamıyorum. Sonuç olarak ben etmiyordum. Şu parlak çocuklar meselesine geri dönmek istiyorum aslında. Niyeyse hepimiz bu kisiyle oynamak istiyorduk. Önüme kazayla boyası daha az dökülmüş olan tahtadan ne idiğü belirsiz şey geçse hoopp Buket elimden alırdı. Sesimi çıkaramazdım. Kimse de çıkaramazdı. Bahçeye oynamaya çıktığımızda Fırat -diğer parlak olan- koşar tüm kızlar yakalamaya çalışırdı. Herkes kendisine aşıktı. Başka erkek mi yoktu? Ben de aşıktım ama yalan da söyleyemem şimdi .Ben onu yakalamaya çalışmaktan çekinir, sevdiğim belli olmasın diye uzaktan izlerdim. Okuyan abarttığımı düşünür ama gerçekten de öyleydi. Aşırı utangaçtım. Çok hızlı koşuyordum ve çocuğu gerçekten yakalarsam ne yapacağımı bilemiyordum. O sebeple uzaktan dikizliyor kendi kendime takılıyordum. Bu iki çocuk neden o zaman o kadar parlaklardı sınıfın geri kalanı sinmişti gerçekten bilemiyorum. Yıllar sonra ikisinin de gelişimini uzaktan izledim. Biri yıllarca ailesinin baskısında kaldıktan sonra rest çekip istediği kızla evlenebildi. Diğeri de üniversitede iki sene sınıfta kalsa da Türk aile yapısının gereklerini yerine getirip çoluk çocuğa karıştı. Yakın olsam o dönemden neyi hatırladıklarını sormak isterdim. Şu satırı da yazınca kendimi manyak gibi hissettim aslında. Babamın deyimiyle osur osur ipe diz. Yine de bu anının yokuş aşağı da gitmesini istemiyorum:) Bari şu anektodla bitireyim; Fırat , yani sınıfın diğer parlak çocuğun ebeveynleri okula çok sık gelirdi. Kahvaltısı bitmiş mi, terlemiş mi, su içmiş mi.... Bir gün en son ikimiz kaldık kahvaltı masasında. Belli ki kahvaltımızı bitirememişiz. Bunun başında var üç kişi; annesi, öğretmenimiz ve bizle ilgilenen ablalardan biri. Peynirini yesin diye hikayeler anlatıp duruyorlar. En son bu ablalardan biri şu hikayeyi anlattı. Bu peyniri yemezsen gelir seni akşam yer. Bunu devam da ettirdi. Kadın resmen bir korku hikayesi yazıyordu ve kimse sen ne yapıyorsun demiyordu.. Ben de peynirimi yememiştim ve ne yaptım biliyor musunuz? Çantadan peynirimi alıp gizli gizli gözyaşı dökerek yedim. Çok korkmuştum. Fırat ne yaptı? Yemedi, kanmadı manyak kadına...Belki de çocuğun pasparlak oluşu bundandı. Ne bileyim?

10 Ağustos 2015 Pazartesi

Köpekçilik'e bir giriş!


Herşey kuzenimin köpeği Kurt'un kaybolmasıyla başladı. Lakin müşfik bir Alman kurdu olan kızımız bir gece korumakta olduğu villanın kapısından sessiz sedasız kaçırılmıştı. Aslında bu işin sessiz sedasız olmasına da herkes şaştı; çünkü kurt tanıdığı insanları görünce bile hav havlarıyla yeri göğü inleten bir kızdı. Günahını da almayayım, affedersiniz 'köpek' diye dosta düşmana bağıracak değil. Belli ki ona sadece tanıdıklara havlatmak öğretilmişti. Kuzenimin karısıyla aram biraz açık olduğu, kuzenim de zamanla kendi karısının hal ve hareketleriyle hayata uyum sağladığı için minik prensesimizin kaybolmasından geç haberim oldu. Daha önceden haberim olsaydı biraz üzülür ve ilk önce kuzenimin annesi olan teyzeme bir geçmiş olsun telefonu açar, kızımızın ne de tatlı olduğundan dem vurabilirdim; ama Kurt kaçıralı nerdeyse iki hafta olmuştu. Kuzenim polislere haber vermiş, onlar da bir köpek mafyasından bahsetmişlerdi. Ünye'de şaşılacak şey değildi; kısa sürede adını 'mafya-mufya' ile duyuran bir ilçe konumunda istek ve gururla il olmayı bekliyorduk senelerdir.

Hayatta kendi sorunlarımı es geçer arkadaşlarımınkini çözmeye bayılırım. Bu özelliğim annemden bana mirastır. Biz ailecek biz kendimizi sevmeyelim ama başkaları bizi bizden de çok sevsin diye didinir uğraşırız. Bunun imkansızlığını her kitapta okur ama yine de ikna olmayız. Bu da bizim tabiatımız. Kurt için ne yapabileceğimi düşünürken aklıma tabii ki öğrencilerim geldi. Onlar beni bu durumdan kurtarabilirler, bana yardım edebilirlerdi. Hiç biri günahları kadar insan sevmezler ama köpeklere taparlardı. Koşa koşa 7-G sınıfına gittim ve durumu anlattım. Sınıfta ağzımı açıp 'Alman Kurdu ' dememle herkes parmağını kaldırdı. Aslında daha olayı bitirmemiştim ama biliyordum ki bu maceraları dinlemezsem, içlerinde bir sevgi uyandıramazsam bana yardım etmeyeceklerdi. Sırayla köpeklerinin isimlerini, nasıl yıkadıklarını, uyuz köpeğe ilaç alıp nasıl tüylerine sürdüklerini uzun uzun anlattılar. En ilginci okula para getirmeyen öğrenciler günde üç milyona köpeklerine kasaptan pişmiş et alıp yediriyorlardı. Anladım ki okulda belki insan sevgisi veremiyorduk ama aşıladığımız köpek sevgisi tartışılmazdı. Köpek deyince her bir göz ışıl parlıyordu. İşi gücü bırakmış köpekli maceralara dalmışken dersin otuz dakikasını yemiştim. Olsun bir dersim daha vardı ve bu kez ben konuşacaktım. Derdimi anlattım. Bütün sınıf parmaklarını tek bir yöne işaret ederek Suat'ı yani nam-ı değer 'köpekçi'yi gösterdiler. 'Köpekçi de ne demek ki?'' diye sordum. 'Öğretmenim, bu çocuk boş zamanlarında barınakları geziyor, sağdan soldan köpek topluyor' dediler. Evet ben doğru adresteydim. Suat yani Köpekçi ayağa kalkıp agresif el kol hareketleriyle ve kısa boyuyla Danny Devito'nun Hollywood fimlerinde uzun boylu oyuncuların içinden canhıraş sıyrılması gibi öne çıktı. Sırasıyla bana köpeğin rengini ve en önemlisi adını sordu. Köpekçi bu işi ciddiye alıyordu. Sonra yanıma kadar gelip kulağıma sınıfta bir köpekçi daha olduğunu ve birkaç gün önce yanında bir Alman kurduyla geziyorken görüldüğünü söyledi. Şansa bakın ki diğer köpekçi tam öğretmen masasının önünde oturuyor ve büyük bir sessizlik içinde tek kelime etmeden bizi dinliyordu. Suat'ın kulağıma dediklerini duydu ve hızla sırasından kalkarak 'Öğretmenim bendeki değil 'dedi. Sınıf karışmıştı ve uğultudan kendi sesimi duyamıyordum. Herkes ön sıralara geliyor ve köpeğin birden bire sahnelere çıkan yeni köpekçi Uğur'da olduğunu söylüyordu. Uğur daha fazla baskıya dayanamayarak sokakta bir Alman kurdu bulduğunu ve evlerinin önünde baktığını söyledi. Bu sırada Suat bana kendisinin iyilik sever bir köpekçi olduğunu, Uğur'un ise köpek dövüştürdüğünden bahsediyordu. İyi köpekçi Suat kötü köpekçi Uğur'du. Ertesi güne Uğur köpeği getirecek ve kuzenime gösterecekti.

Aynı gün bütün okul kayıp köpek maceramı duymuş yanıma gelip sokakta gördükleri kurt köpeklerinden bahsediyordu. Yorulmuştum! Zaten ben bu işi profesyonelce yapan iki öğrenci bulmuştum bile. Boş zamanında baraka gezen bir çocuktan bana hayır gelirdi.

Ertesi gün anneme kuzenimi aramasını ve saat tam 14.00'de okula gelmesini söylemesini istedim. Ailede bir telefon trafiği ve mutluluk zinciri oluştu. Aynı günün sabahı kuzenim arayarak okula geleceğini ama toplantısı olduğunu ve bu nedenle köpek getirilince aramamı söyledi. Ben de ona umuda kapılmamasını o
olmayacabileceğini söyledim. Şans bu ki dersin yine 7G'ye idi ve Uğur gelmemişti. Çocuklar ''Öğretmenim siz korkmayın biz köpeği alır getiririz'' dediler. Zaten Uğur dün arkamdan ''Banane oğlum ben köpeğimi kimseye vermem'' demişti arkadaşlarına ve bana da hemen bu sözler ulaştırılmıştı. Uğur'un kankası da dün köpeği 'Kurt' diye çağırdıklarını ama hiç oralı olmadığını söyledi. Son ders Suat yanıma gelip ne olursa olsun, çalmak pahasına da olsa o köpeği bana getireceğini söyledi. Saat birbuçukta dersteydim ki müdürün telefonuyla irkildim. Beni aşağıya odasına çağırıyordu. Müdür Bey kolay kolay çağırmazdı odasına. Müdür beyi seviyordum; ama aynı zamanda içimde saygıdan da gelen bir çekinme korkma vardı; şimdi yalan söyleyemem. Ben hızla sınıftan çıkarken, dördüncü sınıf öğrencilerim ''Hayırdır öğretmenim, ne oldu?'' diye soruyorlardı.
Kuzenimin babası yani eniştem, müdür odasında oturmuş bir huşu içinde neskafesini yudumluyordu. Olay örgüsünde bir kişi daha eksikti tamam şimdi o da eklendi diye geçirdim aklımdan. Müdür Bey'e olanları eniştem tam anlatamamıştı anlaşılan ki gerçekten kötü bir anlatma yeteneği vardır, müdür bana sordu. Ben de baştan sona anlattıktan sonra müdür gülerek ''Hocanım bu köpekçilere sen de mi uydun?'' diye sordu. Aman Allahım köpekçileri müdür de biliyordu.Utanmıştım. Hem köpekçileri daha önce bilmemekten hem de müdürün 'Sende mi.....' diye söze başlayışından. Aslında müdür beyin köpekçileri bilmesi doğaldı. Birkaç kez kolunu kaldırıp taş atar gibi yaparak Suat'ın yanlışlıkla okula giren köpeğini dışarı çıkarıp korkutmuşluğu vardı ve köpekçi efsanesini bilmesi doğaldı. Hızla koşarak sınıfa çıktım. Sınıfa girmemle bütün sınıfın parmak kaldırması bir oldu. Ben söz hakkı vermeyince bu kez de hep bir ağızdan konuşmaya başladılar; ''Öğretmenim! Siz sınıftan hızla çıkınca Uğuralp; 'Bu öğretmen kafayı yemiş'' dedi'' diyerek bu sözleri bana koro halinde ilettiler. Uğuralp de okul kitabında kendince kafayı yemiş bir dünya resmi göstererek bana değil dünyaya söylediğini iddia etti. Benim gerçekten çok gülesim geldi ama bunu Uğuralp'ın yanına bırakırsam olayların sonu gelmezdi. Uğuralp'e yaptığının yanlış olduğunu anlattım ki aslında umurumda da değildi en azından o esnada. Aklım Kurt'daydı çünkü. Zil çalar çalmaz aşağıya eniştemi almaya gittim. Neskafesini bitirmediği için koşa koşa okul kapısına giderek çocuklara bakmaya gittim. Henüz gelmemişlerdi ama orda benimle birlikte onları bekleyen olayla alakasız en azından bir yirmişbeş çocuk vardı. Allahım inanılmazdı hepsinin nasıl haberi olmuştu? Biri çıkarak ''Öğretmenim biz de köpekçiyi bekliyoruz, gelince haber veririz'' dedi. Koşarak okula döndüm ve eniştemi aldım. Onunla çocuklar eşliğinde kapıda biraz daha bekledik ve uzaktan köpekleri eşliğinde çocukların geldiğini gördük. Suat'ın yanında Çakır ve Polat( köpeklerin isimleri) vardı. Uğur'un yanında ise kurt denemeyecek en azından Alman kurdu olamayacak kadar zayıf ve heybetsiz bir köpek vardı. Bir yanda ortalıkta havlayan bir sürü köpek ve yaşları oniki-onüç yaşlarında olan çocuklar gezmeye başladı. Uğur köpeği getirip 'Öğretmenim bu mu köpeğiniz ?' diye sordu. Bu sefer eniştem bana dönerek ''Bu ne böyle, sen Kurt2'u tanımıyor musun, bu kurt köpeği degil ki!'' diyerekten bana kızdı. Köpeğinin bizim olmadığını anlayınca Uğur rahat bir nefes alıp onu idareye verip vermeyeceğimi sordu. Bu esnada ortalık iyice karışmıştı ve öğrenciler bana aslında Uğur'un köpeği getirmeyeceğini zorla getirdiklerini söylediler.
Bu sırada Suat, Çakır ve Polat'ı zorla idare ediyordu ve evine dönerken eniştemden kayıp köpeğin fotoğrafını istedi. Eniştemin gözüne girmişti cevval köpekçi ve koca bir aferim aldı. Sonra, sonrası hepimiz sessizce evlerimize dağıldık.

16 Mayıs 2015 Cumartesi

Haydar Hoca.

Geçen salı lise resim öğretmenimin ölüm haberini tabii ki facebook'tan aldım. Bir arkadaşım sayfasında paylaşmıştı. Ölüm haberini okuyunca  üzüldüm ama daha çok tebessüm ettim. Hayda Hoca cidden farklı bir hocaydı. Çok samimiydi. İçinden o anda ne gelirse... On dört yaşındaydık. O zaman anlattıklarını, bir nevi bizimle dertleştiğini 35 yaşımla ancak anlayabiliyorum. Çok genç yaşlarda Alman bir kadınla evlenmiş, boşanmış ve geriye şiddetle özlediği ama karısının görmesine müsaade etmediği Aycan kalmıştı. Şimdi bile çocuğun adını anımsamam çok tuhaf . Demek ki her derste artan bir özlemle uzun uzun oğlunu dinliyorduk. Mesela sınıfın en güzel kızıyla ilerde Aycan'ı tanıştırıp evlendirme hayalleri kuruyordu Haydar Hoca. Şaşırıyorduk besbelli; böylesine ne düşündüğünü hatta kurduğu hayali oracıkta söyleyen bir öğretmeni hiç görmemiştik. Sabah derslerini ağır içip uyanamadığından öğleden sonraya almışlardı. Şimdi öğretmen olarak bakıyorum da böyle bir durumu hiçbir müdür tasvip etmez. O etse veliler etmez.Toleranslı zamanları olmuş bu ülkenin. Giyimine çok özen gösterir beş lira vermeyeceğiniz gözlükleri '' Buna verdiğim parayı tahmnin edemezsin canım benim''  derdi. Hep canım benim derdi. Öğle arası bahçedeki öğrencileri içeri almadan önce yüksek sesle 'Tünaydınnn'' derdi. Karşılığında tüm okul yüksek sesle karşılık verirdi. Okulda hiçbir öğretmenin tünnaydınına böyle karşılık verilmezdi. Haydar Hoca'nın koltuklarıının kabardığını hissederdik, yan gözle diğer öğretmenlere ''gördünüz mü?'' der gibi bakışını da. Takdir görmeyi, güzel yemeyi,içmeyi, müziği,şiir okumayı da çok severdi. Güzel klarnet çalar,şiir yazar ve okurdu. Bir gün nerdeyse tüm Ünye'ye Siyaset Meydanı'na çıkacağım izleyin dedi. Gerçekten çıktı da. Program boyunca hiç konuşmayıp gecenin bir buçuğunda tüm stüdyo boşaldıktan sonra ''Aşık Haydari'' olarak anons edilerek... Bana hep ''Gül canım benim, sen çok semptatik bir kızsın. Yurt dışına gitsen seni hiç yadırgamazlar''derdi. Karakaşlı karagözlü yakışıklı bir adamdı. Yadırganmış mıydı acaba? Mutlaka bunları da anlattı ama anımsayamıyorum. Böylesine kendini ifade etmeyi seven bir insanın oralarda yaşaması çok kolay olmamıştır. Öldüğünü öğrendiğimde facebook'tan aradım, hesabını buldum. Yeniden evlenmiş, çocuğu olmuş ve anladığım kadarıyla Aycan'la da buluşamamış. 1994 yılı hatta onun öncesinden beri olan bir evlat özlemi... Hatta Şubat'ta Aycan ölücem hissediyorum gel artık da yazmış... Buralar tabii işin magazini ama üzüyor insanı.Velhasıl kelam, Haydar Hoca'nın okuldan ne zaman ayrıldığını bile tam olarak hatırlayamadım düşününce. Sadece en son lunapark işletmeciliği yapıp başını mafyayla belaya soktuğunu ama onları da bir şekilde yola getirdiği hayal meyal aklımda. Bir öğretmen olarak ölümümün öğrencilerimde de  gülümseme yaratmasını isterim, çok özel bir durum bence. Ne kadar iyi olursa olsun bir öğretmenin sevilmesi hatırlanması, özel olduğunun anlaşılması çok zor oluyor. Ben de o kadar hocamın içinden sadece bir insana bunu hissediyorum.Huzur içinde uyur inşallah.

12 Nisan 2015 Pazar

Kısa saç

 Son bir buçuk aydır inanılmaz motivasyonsuzdum. Okula üç gün falan aynı pantalonla gittim; eminim ki dikkatli gözlerden kaçmamıştır. Bazı günler o kadar pasaklı gittim ki okulda, giydiklerimden beni anlamaya çalışan bakışları da tabii hemen farkettim. Allahtan insan böyle hissettiğinde bakışlara da fazla takılmıyor; ancak en son Hollandalı öğrencimin ''Gül, umarım haftaya bu kadar motivasyonsuz olmazsın'' deyişiyle kendime bir ayar çekmenin zamanı geldiğini farkettim. Gerçi o hafta inanılmaz da hastaydım. Neyse, bu hafta artık enine doğru uzamaya başlayan saçımı kestirdim. Kuaför keserken, uzun zamandır bu kadar saç böyle bir kafa görmediğini itiraf etti. Bu arada özel dersime beş dakika kala saç kestirmeye gittim. Sanki az saçım varmış gibi derse yetişeceğime de inanılmaz bir inancım vardı. Bu arada ders vereceğim yer kuaförün hemen karşısı. Baktım saç bitmiyor, sanki kesildikçe uzuyor mesaj attım on dakika geç geleceğim diye. Sonra adetim olduğu üzere koşa koşa son hızla ders vereceğim kuleye koştum. Malezyalı öğrencim beni görünce ''Gül  ne yaptın saçlarına?'' diye sordu. Nolmuş ki? dedim. Bak şimdi toplantı odasına geçerken ofisten geçeceksin, ordaki kadınlara  saçlarına bak anlayacaksın beni''dedi. İyi dedim. Geçerken kör gözle baktım. Bence herkes acayip bakımlı ve havalı görünüyordu. Anladın mı ? diye sordu. Yok dedim.O da  '' Bu ofiste  tek bir kısa saçlı kadın yok, makyajsız kadın yok. Ben seni zaten hiç makyajlı falan görmedim de , bi de saçlarını kestirmişsin '' diyerek üç kelimede bana kadınlık dersi verdi. Evet dedim. Uzun saçlı bizim kültürün kadınları ama bu felsefe biraz fazla kaçtı, enine büyüyen saçlarımı kestirdim işte, dedim. Güldü. Sanki ben de saçları falan kestirip bu kadınlık hallerini umursamıyormuş gibi görününce çok marjinal bir tipmişim gibi oldu. Alakası yok.Bu halimize de şükür.

23 Mart 2015 Pazartesi

Bolca kafa karışıklığı

Bir ay evvel en korunaklı sığınağımdan resmen kapı dışarı edildim. Uğruğuna dua etiğim herşeyi bir gecede şaşırarak terkederek baöbaşka bir yola kırdım dümeni. Ağlayarak, sızlayarak ve de nasıl olur diyerek? Sağlık evet önemliydi ama aslında en önemliymiş diyerek. Şimdi hayat başka farklı bir yola saptı. Eski güzel günler kusursuz bir denk gelişle ne güzel yaşanmış. Yani bin dokuz yüz seksen de doğmuş olmama, annemle babamla yaptığımız sonu kavgalı bitmiş olsa bile, hatta bir dönem Ünye'de yaşamış olmamın bile gözünden öper oldum. E be kadın! sen hiç mi ölmeyeceksin hasta olmayacaksın diye de sorabilir karşımdaki. Haklı ben de soruyorum ama tam cevap veremiyorum. Gele gele ''Yahu ne şanslı insanmışım ''diye sonuca bağlıyorum

29 Ocak 2015 Perşembe

Yoğun duyguların şarkısı! Benim de kalbim vardı, dedim dinlerken:)


KIRIK TAKSİCİ

Dün Bağdat Caddesinde bir taksiye bindim. Biner binmez taksici dedi ki '' Abla çirkinin şansı var mıdır?'' . Böyle bir soru size gelse ne düşünürsünüz? Üstüme alındım . Artık çirkinliği kabul ederek, olası bir onayda da , aşkolsun cevabını tasarlayarak '' Kimi kastediyorsunuz. Beni mi'' diye sordum gülerek. '' Abla olur  mu, E.E'' dedi. O dakika koptum. O da benle birlikte. Dedim ki 'Çirkin değil ki, belki tarzı farklı''. Cidden çirkin bulmuyorum kadını. Konuşma şöyle devam etti '' Peki abla o sarayda niye o kadar çok oda var'' Ne bileyim neden? E.E kaybolsun da bulunamasın '' diye cevap verdi. Yani güldüm napayım. Anlatma şekli de komik. Bir de ben güldükçe o rahatladı ve o erkeksi ses tonu normal kişiliğine dönerek kendi deyişiyle 'kırık'tonu buldu. Ya dedim, her şey de kadınlar üzerinden. Böyle olmasın. Onun bir şey yaptığı yok. Kaldı ki güzel kadın. Sonra konu sırasıyla İbrahim Tatlıses'in  ettiğini bulduğuna ve yetenek yarışmasındaki türkücü çocuğa da geldi. Çıkaramadım ben çocuğu. Oooo hocam, açın biraz kendinizi dış dünyaya dedi. Ben artık bir noktada kopunca ;''Buldun kırık taksiciyi gülersin tabii dedi''. En son yolu kaybedince ''aman öğretmenim tüm paranı bırakırsın takside. Allah korusun dedi gülerek' . İnerken ''öğretmenim beni gezdirdin senden beş lira almıyorum dedi'' Yalnız ben taksideyken ve bu aile hakkında bu kadar çok aleyhte konuşurken taksici acaba bir yerlerde gizli kamera var mı '' diye düşündüm. Yani paranoya bu boyutta. Bu hikayeyi de kime anlattıyssam '' ay korkmadın mı.?'' diye tepki verdiler. Korkmadım ama taksinin içinde gizli kamera aradım:)

23 Ocak 2015 Cuma

 Sene sonunda sınıf öğretmeninin, başarılı sıralamasında ilk üçe giren öğrenciye hediye alması adettendir. İdare ortalama kağıdını yollayınca ilk işim önce bu kişileri tespit etmek oldu. Üç tane erkek öğrenciydi sıralamaya giren. Özellikler erkek olunca ki 13 yaşında da olsalar hediye almak en sıkıntılı iş. Kızı memnun etmek daha kolay olurdu benim için. Yaklaşık dört gün düşündükten sonra, dedim ki kendi kendime en iyisi sormak. Size bir hediye almak istiyorum; ama alacağım şey konusunda kararsızım. Kitap alsam demeye kalmadan yüzlerini buruşturdular. Yemek ısmarlıyayım dedim. Seslerini çıkarmadılar. Ben de dedim ki ''Size bir ders saati süre veriyorum. Bir karar verin bekliyorum''. Biir ders sonra beni öğretmenler odasından çağırıp ''Öğretmenim bizi Starbucks'a götürür müsünüz ''diye sordular. Biraz çekinnerek sordular elbette. Önceki derslerin birinde Burger King'den başlayıp Starbucks'tan çıkıp hepsinin köküne kibrit suyu edebiyatına girmiştim. Ama çocukları kıracak değildim. Kaldı ki ben de zaman zaman eşi dostu kıramayıp oturuyorum. Karneleri dağıtırken sınıf dördüncüsü dedi ki ''Öğretmenim, ben de üçüncülüğü yarım puanla kaçırdım. Gelebiilir miyim'' Tamam gelebilirsin dedim. Yukarı çıkıp aşağıya inene kadar baktım beş kişi olmuşlar. Beşinci de sonradan eklenen dördüncünün kankası olduğu için onlarla gelecek ama kahve içmeyecekmiş:) . Sonunda  200 metre ötedeki alışveriş merkezine gitmek üzere yola çıkabildik. Sonradan eklenenler cep telefonlarıyla annelerini arayıp öğretmenlerinin kendilerini davet ettiğini söyledi. Sonunda Starbucks'a geldik. Onlar ilk defa geliyorlar, ben de çocuklar Starbucks'ta ne içer en ufak bir fikrim  yok. Biri dedi ki ''Ben espresso içicem'' Baktım olmayacak kadına dedim ki ''Çocuklar genellikle ne içiyorlar?'' Şimdi yazınca münasip gibi görünmeyebilir ama o sırada hiçbirinin umrunda olmadı onlara çocuk demem.Kadının tavsiyesi üzerine hepsi kremalı beyaz mocha aldık. Çok beğendiler kahvelerini. Sonra bir masaya oturduk, gelsin selfiler gitsin toplu fotoğraflar. Birinin arkadaşı inanmamış Starbucks'ta olduğuna hemen ona fotoğraf yollandı. Derslerle ilgili konuştular, güldüler. Bir saat sonra kapıda bizim okulum tüm kadın öğretmenleri göründü. Onlar da kahve içmeye gelmişler. Bizimkiler başladı kıpırdanmaya. Gidelim, sosyalci de geliyo, dincinin yarışmasına katılmadık... Müsaademi isteyip kalktılar. Tatlı bir gündü. Ben onları yollayıp biraz da öğretmenlerle takılıp tatmin edici !!! bir hediye almanın mutluluğuyla evime gittim.

17 Ocak 2015 Cumartesi

İstanbul dışında yaşarken, buraları ziyarete geldiğimde ilk uğradığım yerlerden biri alışveriş merkezleriydi. Gelmeden önce alacaklarımın plannını yapar ve aklımda olmayan bir dolu şey alırdım. Tek bavul geldiğim İstanbul'dan iki bavulla geri dönerdim. Küçük bir yerde yaşıyordum o sıralar ve alışveriş merkezleri gözüme çok güzel geliyordu. Enerjim, param ve zamanım vardı. İstanbul'a ilk geldiğim sıralar da yalan söylemiyeyim gitmeye devam ettim; ancak bi süre sonra hem param ve zamanım azaldı hem de uğultuyu tolere edemeyecek hale geldim. Bugün almak istediğim birkaç eşya yüzünden gidince ne kadar uzun zamandır uğramadığımı farkettim. Bir saatin sonunda gerçekten tüm gücüm tükenmişti. Ağlayan çocuklar, mağazadan mağazaya koşturan insanlar- bunlardan biri de bendim elbette- artık alışveriş merkezlerine olan ilgimin tükenmiş olmasına ve dolayısıyla daha az tüketiyor olmama sevindim.

Sonradan yazıya şöyle bir ekleme yapma ihtiyacı da hissettim. Çok alışveriş yapmaktan ve tüketmekten mutlu olmuyorum; ancak bazen istediğimhiç ve  ihtiyacım olmayan bir şeyi de almak beni mutlu ediyor. Yani bir şey almak istemek, üstümde çok yakışacağını düsünmek beni hayata bağlıyor.

15 Ocak 2015 Perşembe

oryantal

Geçen Selma'ya dedim ki, oryantal kursuna gidip oryantal öğretmek istiyorum. Selma da dedi ki, yahu git zevk al danstan. İnsan oryantal öğreteyim diye kursuna gider mi? Hayır, bir de ne malum bu işi kıvıracağım? Burada kıvırmak becerebilmek anlamında ama içine gerçek anlamını da alıyor. Vay be ne kelime! Neyse, yazayım şuracığa dedim. Gülüyorum bu diyaloğa epeydir.

14 Ocak 2015 Çarşamba

Bu sene öğretmenlikte 13. senemi çalışıyorum. İlk beş altı senesini gerçekten zevkle, azimle ve inanarak  icra ettiğimi çok rahat söyleyebilirim. Ünye'deydim, laftan anlayan öğrencilerim vardı. Projeler yapıp, hatta sıfırdan bir kütüphane kurup, (yeni kitapları paketlerinden çıkardığımızda paylaştığımız heyecanı hatırlayınca bu işi tek başıma yapmayı denemenin nasıl da imkansız olduğunu çok net anlayabiliyorum).keyfimize bakıyorduk . Sonra İstanbul'a gelmemle her şey tepetaklak oldu. Ümraniye'nin bir mahallesinde bir okulda çalışıyordum. Çocuklarla iletişim kurmak imkansızdı. Neden imkansızdı? Sadece benim için imkansız değildi. Anne babaları için de öyleydi. Başında anne babası bulunan o kadar çok az çocuk vardı ki... Kimisi annesi kimisi babası  ya da her ikisi tarafından terkedilmiş çocuklara, artık bir yüzü toprağa bakan dede anneanneleri bakıyordu. yürümeye hali olmayan seksenine yaklaşmış yaşlı kadın torununun durumunu sormaya geliyordu; pek de iyi olmayan durumunu. Açık konuşmam gerekirse bu insancıklara hiç bir yardımım olamıyordu. Öğrenciyle okuldan neden kaçtığını, derslerine biraz özen göstermesini konuşsam suratıma dünyanın en anlamsız şeyini söylüyormuşum gibi bakıyordu. Haklıydı. On dört yaşından beklenmeyen bakışlar gördüm bu süreç boyunca. Annesi babası başında olup yüzünü göremeyen çocuklar da vardı elbet. Sabah akşam asgari ücrete çalışan, nihayet evlerine ulaştıklarında çocukları uyumuş olan anne babalar... Evde akşamları hırsız gelmesin diye televizyonu açan cocuklar... Okuldaki çoğu öğrenci en çok din dersini seviyordu. Din derslerinde huzur bulduklarını söylüyorlar şu andaki iktidarın en iyisi olduğunu savunuyorlardı. İktidarın lideri en iyisiydi. Huzur İslam'daydı. Yaşam tarzları savundukları şeye tamamen aykırıydı oysa. Özgürlük istiyorlardı. Kız erkek ilişkisi özgür olsun, kıyafetlerine kimsenin karışmamasını talep ediyorlardı. Akıllılardı. Çıtlattığım şeyler hoşlarına gitmiyordu.. Bu okuldaki son senemde okula ağlayarak gidiyordum. Yardım edemiyordum, öğretemiyordum. Bu iş gerçekten baş ağrısı gibiydi. İşimden ayrılmadım. Ben alıştığı şeyii pek de çabuk bırakamayan, kafasına memur zihniyetini tamamen kazımış bir insandım. Bekledim sabrettim; bu yolun sonunda elbetteki cennet bahçesi beklemeyerek.

Bu sene  daha iyi merkezde bir okulda çalışıyorum. Yine Ümraniye'de ve bir o kadar farklı. İletişime daha açık, ne demek istediğimi anlayabilen öğrencilerim var. Çoğunun anne babası yanında . Öğle arasındaki beş dakika arada çocuklarının durumunu sormaya geliyorlar. Çocukların bir okul kazanma dertleri var. Stresliler, Ümraniye'den çıkmak istiyorlar. Çalışıp yapamayan kendini bitiriyor. Belki kendilerini en yalnız hissettikleri dönem; çocukluk ve ergenlik malum hepimizin başından geçti, yapısı gereği öyle bir dönem; ama çaresiz değiller. Sistemle ilgili bir sürü sıkıntıya rağmen kendimi daha iyi hissediyorum, işe yarar hissediyorumr. Hiç bi.rşeyi fanatikçe savunmuyorlar. Ön planda kendileri, hedefleri ve yapmak istedikleri şeyler var. Özgür olmak, yeni şeyler denemek ve farklı ülkeler görmek istiyorlar.

Ama bana göre gerçek öğretmenlik gerçekten o keşmekeş içinde öğrencilerin elinden tutabilmek. Ben güçsüz kaldım ve çok öğrenciye yardım edemedim gibi hissediyorum. Bunu yapabilen meslektaşlarıma ise gerçekten saygı duyuyorum.