12 Ekim 2015 Pazartesi

Peynir hikayesi

İnsanların hayatlarında ilkokul çok mühim, adı üstünde ilkokul. Aile ve sokak dışında ilk kez kendi kendine sosyalleştiğin çok olmasa da kendince kararlarını verdiğin bir yer. Kuralları öğreniyorsun, sınıf başkanı seçiyorsun, tuvalet için izin almak gerektiğini anlıyor ve yavaştan para nasıl kullanılır, neler alabilirsin, para üstü almak gibi gündelik işlerle haşır neşir olmaya başlıyorsun. Benimm ilkokuldan önce bir de anasınıfı maceram oldu. Benim için gerçekten bambaşka bir dünyaydı. Güzel yazı yazdığı ve resim yaptığı için aferin alan çocuklar... Ben neden aferin alamıyorum acaba diye düşündüğümü ve bunun için çok çaba sarfettiğimi hatırlıyorum. Ve her sınıfta istisnasız olan parlak birkaç çocuk. Bizim sınıfta biri kız biri erkek olmak üzere iki tane vardı bunlardan. O zamanın imkanlarıyla küçük tahta masalarda oturur ve öğretmenin selelerin içinden döktüğü çoğunun boyası dökülmüş leş oyuncaklara talim ederdik. Bir bebek de mi olmazdı? Yoktu açıkçası. Artık o dökülme esnasında kimin önüne ne gelmişse onunla oynar dururdu. Kimsenin hep de aynı oyuncak yeter artık diye şikayet ettiğini de hatırlamıyorum. Sonuç olarak ben etmiyordum. Şu parlak çocuklar meselesine geri dönmek istiyorum aslında. Niyeyse hepimiz bu kisiyle oynamak istiyorduk. Önüme kazayla boyası daha az dökülmüş olan tahtadan ne idiğü belirsiz şey geçse hoopp Buket elimden alırdı. Sesimi çıkaramazdım. Kimse de çıkaramazdı. Bahçeye oynamaya çıktığımızda Fırat -diğer parlak olan- koşar tüm kızlar yakalamaya çalışırdı. Herkes kendisine aşıktı. Başka erkek mi yoktu? Ben de aşıktım ama yalan da söyleyemem şimdi .Ben onu yakalamaya çalışmaktan çekinir, sevdiğim belli olmasın diye uzaktan izlerdim. Okuyan abarttığımı düşünür ama gerçekten de öyleydi. Aşırı utangaçtım. Çok hızlı koşuyordum ve çocuğu gerçekten yakalarsam ne yapacağımı bilemiyordum. O sebeple uzaktan dikizliyor kendi kendime takılıyordum. Bu iki çocuk neden o zaman o kadar parlaklardı sınıfın geri kalanı sinmişti gerçekten bilemiyorum. Yıllar sonra ikisinin de gelişimini uzaktan izledim. Biri yıllarca ailesinin baskısında kaldıktan sonra rest çekip istediği kızla evlenebildi. Diğeri de üniversitede iki sene sınıfta kalsa da Türk aile yapısının gereklerini yerine getirip çoluk çocuğa karıştı. Yakın olsam o dönemden neyi hatırladıklarını sormak isterdim. Şu satırı da yazınca kendimi manyak gibi hissettim aslında. Babamın deyimiyle osur osur ipe diz. Yine de bu anının yokuş aşağı da gitmesini istemiyorum:) Bari şu anektodla bitireyim; Fırat , yani sınıfın diğer parlak çocuğun ebeveynleri okula çok sık gelirdi. Kahvaltısı bitmiş mi, terlemiş mi, su içmiş mi.... Bir gün en son ikimiz kaldık kahvaltı masasında. Belli ki kahvaltımızı bitirememişiz. Bunun başında var üç kişi; annesi, öğretmenimiz ve bizle ilgilenen ablalardan biri. Peynirini yesin diye hikayeler anlatıp duruyorlar. En son bu ablalardan biri şu hikayeyi anlattı. Bu peyniri yemezsen gelir seni akşam yer. Bunu devam da ettirdi. Kadın resmen bir korku hikayesi yazıyordu ve kimse sen ne yapıyorsun demiyordu.. Ben de peynirimi yememiştim ve ne yaptım biliyor musunuz? Çantadan peynirimi alıp gizli gizli gözyaşı dökerek yedim. Çok korkmuştum. Fırat ne yaptı? Yemedi, kanmadı manyak kadına...Belki de çocuğun pasparlak oluşu bundandı. Ne bileyim?