4 Aralık 2016 Pazar

Bu aralar kafam çok karışık. Bunu okulda neredeyse otuz iki saat durdurak bilmeden ders vermeme bağlıyorum. Bunu şikayet olarak yazmıyorum ancak bazen beşlere ders anlatırken ortadan ikiye ayrılacağımı hissettiğim hatta kısa süreli de olsa kendimi o şekilde hayal ettiğim oluyor. Bu sabah Türkçe dersine gittim. Aylardır da devam etmekte olduğum bir ders;8.15'te başlıyor 9.45.'te bitiyor. Ben bugün birden 9.15'te ders bitti diye hazırlanmaya başladım; ders verdiğim adam da beniizliyor. Çok şaşkın ama ben de kendimden çok eminim. Sonra adam nerdeyse yerlere yatarak gülmeye başladı baktı ben hiç taviz vermiyorum, nereye gittiğimi sordu.O zaman dank etti kafama. Son on beş gündür böyleyim. Adeta sürmenaj gibi. İşlerin kendisinden çok yoğunluğu aklıma geldkçe ve bunu çözecekken çözmediğimde yaşadığım sıkıntı ve sonrasında gelen büyük bir dalgınlık ve unutma dalgası... Yani nedeni benim nasıl çözeceğimi de biliyorum ama gel gör ki elim gitmiyor. Mazohist miyim neyim?

2 Kasım 2016 Çarşamba

Bütün bunlar benim mi?

Son bir senedir sanırım okuduğum kitapların takip ettiğim insanların da etkisiyle kafamda bir soru belirdi. Sahip olduğumuz akıl,yetenekler,para, güzellik bize mi ait gerçekten? Diyelim çok akıllısın ve çok paran var. Tamam var da neden var? Çok çalıştığın için mi? Belki... ama onun öncesinde bu kadar akıllı olmayı neye borçlusun? Herkes senin kadar çalışıyor ama o kadar para kazanabiliyor mu? Akıllı olmak için ne yaptın? Hiçbir şey... O akılla doğdun ... beriki maalesef onunla doğmadı. Sana sadece biraz parlatmak kaldı o akılı. Ya da güzellik...Pürüzsüz güzelliğinle tüm kapıları açıyorsun, çoğu insana göre daha ikna edicisin...Peki senin mi tüm bu güzellik?Ne yaptın? Bence herkesin. Kazandığın para tamamen sana ait olamaz. O zaman sahip olduklarımızla böbürlenmek gerçekten çok gereksiz. O zaman kazandığını paylaşmak, paylaştıkça anlamak daha anlamlı...

12 Eylül 2016 Pazartesi

Otuzlu yaşlarımdan itibaren en iyi anlaştığım, arkadaşlık ettiğim insan 50li yaşlarını sürdürmekte kadınlar olmaya başladı. Bu tabii nasıl başladı? Türkçe derslere vermeye başladıktan sonra. Benim güzel ellili yaşlı kadın arkadaşlarım hayattan yemesi gereken sille tokatı yemiş, alacaklarını almış, çocuğu varsa büyütmüş salmış, kocayı ya şutlamış ya da sallamış, az yargılayan, bir şey anlattığınızda bir sonraki adımını adım gibi biliyorum ama sen şu yoldan git canım diyerek gülümseyen, tavsiye veren ve sizi bol sevgi şefkatla sarıveren insanlar. Linda'nın hikayesini anlatmıştım sanırım önceki yazılarımda. Onunla yazıştığım birkaç maili de ne olur ne olmaz burada kaybolmaz diye not almak istiyorum bu sayfalara. Çünkü buraya ne yazdığımı unutuyorum ben. Çok uzun zaman sonra dönüp de eski yazılarıma bakınca havalara uçuyorum not almış olduğum için. İlkbahar'ın başında da İsveçli arkadaşım Marie'yle bir İsveç film festivaline gitmeye karar verdik. Marie de ellilerini bitirmiş bir kadın. İsveçli  ilk Marie'yi tanıyorum; kendine özgüvenli, farklı ülkeler görmüş yaşamış, göz göze geldiği öksüz bir çocuğu bakımhanede bırakmaya kıyamamış annelik yapmış bir insan. Ne kadar doğru çıkarımlar yapıyorum bilinmez ama Marie'nin de dediği gibi İsveç'te ortalama bir insan olmak ve kendini de buna hazırlamak bir öncelik. O kadar bilgisine görgüsüne ve insanlığına karşın Marie'de biz Türklerin iki şey biliyoruz diye girdiği o triplerin hiç birini görmüyorum. Sanki bizim kültürde öğrenilen her şey ve edinilen her bir beceri birer kibir olarak da ruhlarımıza ekleniyor. Neyse, film festivalinde kalmıştık. O gün Marie bana bir mesaj attı. Hastaneye yatmak zorunda olduğunu, stent takılacağını bildirdi. Sonrasında da İsveç'te ciğerlerinde tümör olduğunu öğrendiğini ve tedaviye başlayacağını söyledi. Üzüldüm pek tabii. İsveç'te gördüğüm kadarıyla bu işler yavaş da ilerliyor. Türkiye'de vücüdunda bir tümör çıktığında en geç bir hafta sonra ameliyat oluyorsun. Kadının amerliyat olması neredeyse iki ayını buldu. Marie ameliyat oldu ve bilin bakalım ne oldu? Marie'nin kesinlikle tümör olarak görülen ve tedavisi belirlenen şeyi kıkırdak çıktı. Ciğerinde kıkırdak vardı(herkesin vardı) ama onunkini tümör sanmışlardı. Kadının yaşadığı ferahlamayı anlatamam. Ben çok basit haliyle buna yapılan iyiliğin karşına çıkması derim. Böyle demek hayatı belki çok hafife almak gibi gelir bilirim ama bu çıkarımdan da kendimi alamam. Marie de bir şekilde bunu benim ettiğim duaların kabulü olarak gördü. İlginç. Şimdi her şey yolunda ve giderse ve bir terslik çıkmazsa görüşücez ve ben arkadaşımla sohbet edip,Türkiye hakkındaki gözlemlerini uzun uzun zevkle dinliycem.

17 Ağustos 2016 Çarşamba

Üniversiteden önce 18 üniversiteden sonra sekiz senemin geçtiği memleketime senede bir defa geliyorum. Bu gelişimde yaklaşık 12 gün kaldım ve huzur buldum;çok iyi geldi. Burası küçük bir şehir. Rahatlığının yanında buralı olursan çok kısa sürede kendini buradaki vıcık vıcık bir iç içeliğin yamacında bulabilirsin; ancak farkındalık çok önemliymiş ki ben bunu da bu gelişimde anladım. Önceden burda bir şekilde hayatıma müdahale edildiğinin farkındaydım ama her şey ayarına fazlasıyla uygun ve sinsice ilerliyordu ki farkına varamıyordum. Bu kez, annemin teyzemin sağın solun bu müdahale işini nasıl da mahir bir ustalıkla yaptığının farkına vardım ve bundan kendini korumayı öğrendim. Tabii 100 de yüz başarılı olduğumu da söyleyemem. Burada hiç kimse karşısındakini çok da düşünmeden istediği olsun istiyor ve bunu farketmeden uygulamaya koyuyor. Eğer benim gibi itaatkar bir insansanız kanınızın son dakikasına kadar bunları dinleyip tükeniyor ve şehirden kendinizi nasıl atacağınızı bilemiyorsunuz. Küçük yerlerde yaşamak gerçekten zor. Öyle uzaktan göründüğü gibi değil.

Gel gör ki buraya geldiğimde dilediğimce kitap okuyor, yazıyor, film izliyor ve kafayı boşaltıyorum. En azından bu gelişte İstanbul'da alıştığım her şeyden uzakta olmak inanılmaz derecede iyi geldi. Buradan da oradaki manipülasyon şekillerini görüp insanların kendince buldukları oyalanma çeşitlerinin nasıl da abartıldığını dehşetle farkettim. Hepimiz ben de dahil abartı olmadan, duygusal zihinsel,yaşayamıyoruz. Neyse güzel zamanların olur inşallah. Zaten bundan sonra herşey inşallah maşallah.



11 Ağustos 2016 Perşembe

Öğle namazına müteakkip

Doğduğum ve büyüdüğüm yere annemleri ziyarete geldim. Çoğu Karadeniz kasabasına göre medeni bulduğum bir yer. Tabii ki çoğu Türk kasabası gibi 30 yıl önce daha medeni, daha temiz hatta daha modern bir ilçeymiş. E o zaman da insanlar dindardı ; ama anladığım kadarıyla tüm radikallik ve aşırılıktan uzak bir şekilde, çevresindeki insanlara da saygı duyarak. Temiz bir kuşak yani bahsettiğim.

Böyle bir giriş yaptım ama aslında başka bir şeyden bahsetmek istiyordum. Buraya geleli beş gün oldu ve her gün belki birkaç tane selaa veriliyor ölenlerin arkasından. Bunu ilk kez görmüyorum; hatta zaman zaman şu kelimeleri de belediye görevlisi ya da hocayla birlikte geçmişten gelen bir öğrenmeyle tekrar ediyorum ;''Cenazesi öğle namazına müteakip aile mezarlığında defnedilecektir'' Kaç yıllık öğrenme. Bu kısmı çocukken de hep tekrar ederdim. O zamanlar sela başlayınca evdekiler çok enteresan bir şey olmuş gibi önce ''Aaa biri ölmüş'' derler, ardından da kimin öldüğünü anlamak için televizyonun, radyonun ya da kendilerinin seslerini kısarlar , ''şşşt sus bir dakika'' derler ve dikkatle dinlerlerdi.

Şimdi bakıyorum da selaalar bir kaç kez verildiği için kimse öyle bir sessizlik talep etmiyor. Aslında benim dışımda çok acayip bulan da yok. Ben her defasında kalbim pıt pıt dinliyorum; aaa biri ölmüş şaşkınlığıyla. Çünkü İstanbul'da böyle şeyler yok, her gün birileri bizi ölümü hatırlatmıyor. Sanıyorum sela okunsa da ölünün şeceresini belirtmek için kimselerin onu duyma, anlama ve koşa koşa cenazeye gitmeye vakti yok.

Bu belki biraz benim sinekten yağ çıkarmam yani her şeyden bir öğreti bulmaya çalışmam; ama büyük şehirlerde yaşayıp zaman zaman hayatın gerçeklerini unuturken selaalardan da korkar hale gelmişim. Belki biraz daha yaşasam burda kayıtsızlaşıcam, ay bana da sıra geliyor kafasından uzaklaşıcam. Kim bilir?

3 Ağustos 2016 Çarşamba

Linda

Buraya yine en son beni etkileyen bir hikaye yazmışım... Beni etkileyen bir sürü hikayeden sadece biri. Tembel bir insan olmasam buralar yaşam dolar nefes alır. Kendi hayat hikayemi çok cesur ve ilginç bulmadığımdan olacak cebimde ilginç insan yaşam öyküleriyle dolanıyorum. Linda'yla tanışmam ikimizin de İstanbul'a ikinci defa şans vermesi sayesinde oldu. Linda Avustralyalıydı, daha önceden İstanbul'da yaşamıştı ama işte sonradan birşey olmuştu, buralar ona batmıştı, sıkılmıştı memleketine geri dönmüştü. Onun anlatmasına göre. Ben de üniversitede hayattan korkmanın hata yapmaktan için için kaçmanın son aşamasına gelmiş memleketime geri dönmüştüm. Kendimi neden böylesine tüketmiştim daha 22 yaşında hala tam olarak kavrayamıyorum ama konu ben değiilim. Kendi narsist hikayemi de bir ara döner anlatırım. İşte bir şekilde ikimmiz de İstanbuk'a yeni bir şans vermeye kaar vermiştik farklı yerlerde ve büyük ihtimalle benzer zamanlarda. Linda, Avustralya'da hasita annesine bakmış ve son günlerinde onu hep olmak ve gömülmek istediği yere götürmüştü; İngiltere'ye. Bu arada benim büyük ihtimal duygusal yoğunluğunu anladığım ama yaşanma şeklini hiç kavrayamadığım büyük bir aşk yaşamıştı Kore'de; çok severek ama kendinden bir şeyler vermenin de artık zor olduğunu bilerek ve buna zarar vermekten çokça korkarak.. Bu onun ifadesiydi ve yogerçekten herşeyi çok güzel ifade ederdi. Çok ironi yapardı, dalga geçerdi ve inanılmaz güçlü ve güzeldi. Annesini gömdükten sonra Linda apar topar İstanbul'a geri gelmişti. İstanbu'un onu iyileştireceğini düşünüyordu. Hala bazı arkadaşları burda yaşıyordu. Tabii şunu belirtmek gerek; Linda laf olsun torba dolsun diye kimseyle muhabbete girmezdi. Sevdikleriyle konuşur ama özüne kadar yapardı bu işi de. Sevmediğine de sanırım selamını bile vermek istemezdi. Linda, Selma'nın bir odasını tutunca bizim yollarımız kesişti. O esnada ben de çok yazı yazıyordum;çocuklar için öyküler. Linda ise üniversitede antropoloji eğitmi almıştı ve Türklerin geç diyebileceği bir yaşta yaatıcı yazarlık okumuş, yüksek lisansını bitirmiş ve doktoraya başlamıştı. Selma ikimizin bu ortak noktasını bulunca bizi tanıştırdı. Linda iki kez evlenmişti. İki kocasını da o kadar çok sevmemişti dediğine göre. Sonra iki çocuğu olmuş ve kızıyla tam olarak iyi ilişkiler kuramamıştı. Kızı Linda'yla konuşmuyor ve yardımını istemiyordu; oysa çok ihtiyacı vardı. Linda bir şekilde kızıyla sırf torunlarının iyiliği için buluşmuş ve bir ayını da bu yavrucakları adam etmeye ayırmıştı. Yapamadı tabii.... Sonra kızı evi de yanlışlıkla yaktı ve Linda burdan oturduğu yerden hem artık ne yapayım bu kız da babasına benzerdi diyor hem de biraz para takviyesi yapayım da nasıl acaba'nın derdine düşüyordu. Oğluyla arası iyiydi. Şimdi facebook'Ta da oğlunun postlarına bakıyorum da sanki Linda konuşuyor; net ve istemediği şeyler dile getiren. postlar.

Geçen sene buralar artık Linda'ya batmaya başladı aynen bana da olduğu gibi. Yeni insan tanıma kapasitemizi ikimiz de doldurmuştuk; ama o gitmek istiyordu. En sonunda Endonezya'ya gitmeye karar verdi İngilizce öğretmek için. Burda da aynı işi yapıyordu. O sıralarda o kadar Gezdi ki ben Linda'yı TAKİP EDEMEZ HALE GELDİM. En son Avustralya'ya dönüp ordan Endonezya'ya gideceğini söyledi. İstanbul'da Baylan'da son defa buluşmamızda - bu arada birbirimize bunun asla son buluşma olmadığını gitmeden mutlaka bir kez daha buluşacağımızı söyleyip duruyorduk- Linda bana çok güzel zaman zaman da çok üzücü hikayeler anlattı. Annesini ve ne yazık ki çok zalim bulduğu babasını, annesinin son günlerini, teyzesini... Baylan'dan sonra gittiğimiz küçük kahveci de bir yandan ikimiz de gözyaşı döküyor bir yandan konuşuyorduk. Aslında bu aynen böyle olduğu için hiç abartmadan anlatıyorum. Yoksa ajitasyon Linda'nın da en nefret ettiği şeydi; ama o gün olan buydu. Linda yıllarca kendisini salak sandığı için- babası onu böyle büyütmüş ve sonra terkedip gitmişti- kimseyle tek bir kelime konuşamamış üniversiteyi kazandığı zaman da aslında o kadar salak olmadığını anlamış, şaşırmış v içindeki gücüne bizim sevdiğimiz Linda haline kavuşmuştu. Linda Endonezya'ya gittikten sonra en yakın arkadaşım hastalanmıştı ve Linda'ya uzun bir mail atmış onu sıcacık ama içime çok iyi gelen, tavsiyelerle dolu, kuyruğu dik tutmamı söyleyen mesajını almıştım. Sonra birkaç kere daha mesajlaştık, facebook'ta takip ettik derken...

Ortak arkadaşımız Deniz ağlayarak beni aradı bir afta önce. Gül, Linda ölmüş diyorlar bir baksana dedi. Maalesef doğruydu. Beyninde bir anda anevrizma oluşmuş, oğlunu aramıştı. Akabinde aynı gün bilincini kaybetmiş ve bir daha ayılamamıştı. Linda 57 yaşıındaydı ve çok güzeldi... yaşam doluydu. Belki çok klişe küçük şeylerden zevk almayı öğrenmişti. Her gün altıda kalkar tezini yazar,okur ve çok güzel örgü örerdi. Çok iyi dinler akıl verir ve mutlaka sıkı sıkı sarılırdı. Benim aklımda hep şu sahne var; Linda'ya Moda parkında buluşurduk kimi zaman. Benim hep başarısız gönül meselelerim olurdu ve yazamadığımdan şikayet ederdim. Linda'da beni dinler ve küçük küçük yani kibarca fırça çekerdi. Ben de tabii ki bu fırçaların üstü kapalı pşduğu için nice zaman sonra farkederdim  :) En son ayrılacağımız zaman yine sarılırdık. Birbirimize diğer kadın arkadaşlarımla olduğu gibi iyi gelirdik. Linda'nın ölüm haberini aldığımda keşke gitmeseydi dedim; ama çok anlamsızdı. 

Şimdi yazıyı bağlamak için son söz bulamıyorum ve ne kadar yazsam o kadar anlatamamışım gibi geliyor.Sadece çok huzurlu olmasını diliyor ve bunun için dua ediyorum.

22 Nisan 2016 Cuma

İlham verici seri 1

İnternet'ten Türkçe dersleri vermeye devam ediyorum. Bu da haliyle beni zaman zaman dinlemeye öldüğüm hikayelerin kucağına atıyor. Bence bu işi yapmayı sevmemin ve bıkmayışımın nedeni de her defasında beni içine alan insan hikayeleri, yaşam biçimleri, zaman zaman yaşadıkları coğrafyadan kaynaklanan farklı bakış açıları. Bu işi epeydir yapıyorum. Her güne bir tanesini yazsam beni bir iki ay idare eder sanırım. Bu anlatacağım daha çok taze olduğu için belki de aklımdan hiç çıkmıyor;bilemedim. Yaklaşık bir buçuk ay önce mail kutuma düzgün bir Türkçeyle ders almak istediğini, gazeteci olduğunu ifade eden bir mesaj geldi. Sadece kelime seçiimi dizilişi değil noktası, virgülü, üç noktası da yerli yerinde kullanılmış. Tamam, dedim; ancak saatleri uyduramadık falan derken biraz aksadı ders. Yanlış anlaşılmalar oldu. Bu mail trafiğinde kadın huysuz, direkt mesajlar atmaya başladı. Aslında huysuz demeyeyim, sonradan kadını tanıyınca öyle olmadığını anlayacaktım, sabırsız, hatta İngilizce'de okusam normal bulabileceğim ama Türkçe dilimiz nezaket kurallarından yoksun olduğu için çevrildiğinde ortada lök gibi duran bir kabalık,tortu kalıyordu. Bunu çok iyi ifade edebildiğimden emin değilim. Neyse, en sonunda ders günü geldi. Skype'ı açtım, otuzlarının başında genç bir kadın yatakta yatıyor. Şaşırdım. Şu ana kadar olan derslerimin hiçbirinde yatarak ders alan bir insan evladı görmemiştim. Derse başlayınca kadının ne kadar sempatik olduğunu anladım ve emaillerindeki telaşı anlamayıp ters cevap verseydim ortaya ne kadar korkunç bir durum ortaya çıkacağını düşünmek bile istemedim. Çok ciddi bir bel rahatsızlığı yaşıyordu ve çok çok uzun yıllar kalkmadan yatıyordu. Gazeteciydi; aldığı sağlık hizmetleri hakkında yazılar yazıyordu. Bir buçuk sene önce kendi kendine bir dil öğrenmeye karar vermiş. Türkçe olabilir mi acaba demiş? Youtube'dan bir video dinleyince tamam budur diye karar vermişti. Yatakta zaman zaman günde dört saat, bir saat derken kendi kendine öğrenmiş dili; ama ne öğrenme. Ben ders yaptığımız süre boyunca ağzımı kapatamadım kendimden utanarak. Kadını emailinden değerlendirip ego yüklü bir geri mesaj atsam nasıl da herşeyi batıracağımı düşünerek. Neyse, uzun uzun konuştuk. Bir saatlik ders oldu bir buçuk saat. Türkiye'yi görmeyi çok istiyorum ama mümkün olur mu bilemiyorum dedi.İnşallah dedim:) Ve kendisine son zamanlarda bana ilham veren tek insan olduğunu söyledim;yalan da değil. Şimdi ayda bir kez olmak üzere derslerimiz devam edicek. Aslında üstüne para versem iyidir.

9 Nisan 2016 Cumartesi

ıvır zıvır

O kadar uzun yazmamışım ki şimdi neyden bahsedeceğimi bilemiyorum. Kendimce yaptığım çıkarımlarımı mı anlatayım yoksa nasıl harala gürele bir okul bir özel ders ekseninde koştuğumu mu? Bazen bana yamuk yapanlarla cidden hiç konuşmak istemiyorum ama direkt olanlar değil bahsettiklerim. Böyle sinsi sinsi, ağzı başka diyen eli kolu suratı başka çalışanlardan . En nihayetinde bu fikirlerden darlanıp şu noktaya geliyorum, sen de insansın o da insan, ne bekliyorsun? Defolu yaratıklarız. Bir gün değişmesini beklemek, hatta sinirlenmek ne büyük zaman kaybı, ne büyük! İnsan işte önünde sonunda. Sinsi fikirler, olmadan oldumculuk, goygoyculuk bizim işimiz. Biri de sana denk gelmiş. Nolucak? Bırak herkes oturduğu sandığı sırça köşkünde otursun. Sen de dahil olmak üzere(yani ben) zayıfız.

Bu arada tam iyice eve yayılmışken ev sahibi çıkmamızı istedi. Kiramızı vermiyor değiliz ama ev sahibinin daha başka planları var imiş. Ablamla ikimiz evi taşıdık;koca evi. O kadar zorlandık ki... Bir yandan iş bir yandan ev ...çok stresliydi. Hatta şu güzel bahar gününde dışarı çıkmadım ki kolileri açayım diye. Ev'in tarihi çok uzun olmadığı için karşımıza sürprizli şeyler çıkmadı. Oysa ki ev taşımanın en zevkli anları kaybettiğin bir eşyayla tekrar karşılaşmaktır.

Okul çok çok yoğun gidiyor. Müdür tıpkı holding patronu gibi. Bu son dönemde çok tatlı yabancı öğretcilerim de oldu; İsveçli,İranlı,Avustralyalı...Bu insanların da cidden maceralı hayatları oluyor. Ben zaten hikaye hastası bir insanım. Nerede hikaye ben orada. Cidden öğretmenlik demek eğer açık bir insan insana çok şey veriyor. Zamanında bir arkadaşım, sen yurt dışlarını gezmeseydin senle arkadaş olmazdım demişti. Öğretmenlere gıcık oluyormuş.Şimdi yine aynısını diyen bir başkası çıksa yine öyle bön bön bakar mıyım acaba. Öğretmenlerin de cidden böyle kötü bir ünü var. Napalım?

Bu arada okulda dört tane Suriyeli öğrenciye Türkçe dersleri vermeye başladım. Sanırım yaptığım en anlamlı işlerden biri,çok seviyorum. Onlarda da tabii ki hikaye bul ve ben saatlerce dinleme potansiyeline sahip bir insanım. Çok hayata bağlı çocuklar, memleketlerine asla dönmek istemiyorlaR. Biri savaşta babasını kaybetmiş; ama kopuk değiller gerçek dünyadan. Bugün dışarıda çok güzel bir hava var. En yakın arkadaşım bu şehirden taşındı ve cidden özlüyorum.ok tuhaf. Bir dostluk kurmak için uğraşmıyorsun, frekanslarınız tutuyo ve hayat bir şekilde yolu birlikte yürütüyor. Sonra pıt değişiyor herşey. Hayat denilen şey cidden acayip biz de insanız işte. Zaman zaman karınca gibi kırılgan her anlamda. Bunu da bana acil tıp hemşiresi bir kız demişti. Uçakta tanışmıştık. O kadar kırılganız ki tıpkı karıncalar gibi demişti. Evet ya demişti, bilginin bu kadar basit oluşu ama benim hiç düşünmemiş olmama; tabii o zaman yaşım yirmi falan.Not almak iyi oluyor buraya. Aylar öncesini falan okuyunca vay be falan diyorsun. Onu demeyi seviyorum işte ben.


18 Şubat 2016 Perşembe

Anasının kızı

Annem filmleri ve dizileri oldum olası çok sever ve takip eder. Az evvel yine büyük bir dikkatle televizyondaki süper pembe Türk dizisini izlerken dedi ki,'' Valla benim bu dizilerden anladığım seviyorsan belli edeceksin'' Anneme bak! O bile anlamımış durumu. Aklım hala beş karış havada geziyorum. Hiç de anasının kızı değilim besbelli.

28 Ocak 2016 Perşembe

Bir Hindistanlı, bir Finlandiyalı,bir Türk

Bu üçlü eminim çok olmasa da bir yerlerde bir araya geliyordur. Uluslararası çalışan şirketlerde  bu gayet mümkün görünüyor; ama İstanbul'da şirketin birinde bir Türk'ün ikisine Türkçe öğretmeye çalışması sık sık karşılaşılan birşey değildir. Çoğu zaman yaşadıklarımızı komik buluyorum. Laz fıkrası gibiyiz. Aslında komik mi değil mi bilemiyorum. Bu işe başladıktan sonra ortaya çıkan farklılıklar benim için bir komedi unsuru oldu çıktı. Türklerin de içini  rahatlatmak isterim; biz Türkler herşeyde orta kararız. En azından özel hayata saygı konusunda bir Hindistanlıları geçemiyoruz. Gerçi şimdi neye göre de demek istiyorum. Bir defasında İnglizce bir kadına bu akşam ne yapıyorsun diye sorduğumda kadın kalp krizi geçirecekti. O kadar zorlandı ki cevap verirken. Yaptığı da hatırladığım kadarıyla eften püften birşeydi. Hatta bana da sanki nispet edercesine, bak senin özel bölgeni nasıl da aşıcam dercesine  aynı soruyu sormuştu. Nereden anladım nispeti derseniz, bir şekilde anladım işte; gözlerinden diyelim geçelim. Neticede şunu demek istiyorum ben istemeden kadının sınırlarını  aştım üstelik çok dikkat etmeme rağmen.

Bu Finlandiyalı ve Hintliyle olayımız çok farklı. Finlandiyalı'nın Hintliyle benim gevrekliğimize ulaşması için bin fırın ekmek yemesi lazım. Benim de Hintli'ye yaklaşmam için bu konuda aynı yollardan yürümem gerek. Geçen ders yaptığımız ofiste  ses olunca ikisine dedim ki; bu konuda ne yapabiliriz? Bir çözüm bulsak? İkisi de yüzüme ağzında yaprağı sıkışmış koala gibi baktılar. Sonra Hintli gevrekçe bu kabul edilebilir bir şey değil dedi. Finlandiyalının ne dediğimi idrak ettiğini sanmıyorum bile. Koala gibi baktı suratıma bir yirmi saniye.

En son bu hafta  Finlandiyalı derse gelemedi. Hintli'ye dedim ki bu açık ofislerde insan rahatsız olmuyor mu? . Nasıl yani, diye sordu. Hani bazen kimseyi görmek istemezsin ya, dedim. Niye istemeyesin ki dedi. Dedim ki olur ya, o gün canın sıkkındır, kimseyle göz göze gelmek istemezsin. Yoo dedi. Hatta ağzının içinden çok saçma dedi. O kısmını duymazlıktan geldim. Ders bitince beni çıkışa götürürken başka bir kapıdan içeri sızdı. Baktım beni, gel gel diye çağırıyor. Finlandiyalının odasına girmiş. Çocuğun gözler fal taşı gibi açılmış ve nasıl olup bizim böyle odasına sızdığımızı anlamaya çalışıyor. Soru soruyoruz anlamıyor, tekrarlatıyor. Detaya girmiyeyim anlıyorsun bir şekilde sınırı aştığını. Tabii ben anlıyorum. Hintlinin anlamadığından eminim. O da anlıycak bir gün benim gibi farklı ülkelerin farklı yaşam biçimleri özel hayata bakışları var. Aslında bir yandan da acıdım çocuğa. Tıpkı bana okulda bu saate kadar ne diye evlenmedin diye sorulması gibi diyicem ama onu bile şükrolsun geri pasa atıyoruz. Beni görünce de bu sefer derse katılamadım özür dilerim falan diye diye kalp krizi geçirme boyutuna geldi. Hintli en son baktığımda gevrek gevrek kimsenin iplemediği şeyler konuşuyordu.

19 Ocak 2016 Salı

Yalnızlıkla barışmak...

Geçen haftalar o kadar yoğun geçti ki fiziksel olarak bir dakika bile yalnız kalamadım ve buna çok ihtiyacım vardı. Şimdi düşününce belki yalnız kalmak değil de durmaya ihtiyacım vardı; bedensel olarak. Okuldan geldikten sonra , yemek yiyor, bulaşıkları boşaltıp yeniden diziyor, makineye çamaşır atıyor ve yemek yoksa yapmaya girişiyordum sonra da özel derse koşuyordum. Oturursam kalkamayacağımı da bildiğim için durmak istemiyordum. Bedenimi çok zorluyordum ama hareket halindeyken hiç yorulmadığımı hissetmek harika bir histi. Daha çok hareket etmek, bedensel kuvvetimi daha verimli kullanmak istiyordum. Tüm bunlar bitip durduğum zaman da tekrar yerimden kalkamıyordum. Bu sırada beynim ne yapıyordu? Beynim sürekli sürekli düşünüyor, sürekli hareket halindeki ağzıma direktifler yolluyordu; durmamacasına... Arada da bana ne kadar yalnız olduğumu fısıldıyordu. Bunu hep yaptığı için uzak olmadığım ama beni rahatsız eden  bir his.Ama son zamanlarda bana da başka bir his ve barış geldi. Neredeyse çocukluk yıllarımdan itibaren çok yoğun hissettiğim bu duyguyla barış imzaladım; nasıl yaptım bilmiyorum. Şüphesiz ki birdenbire değil, yine sürekli konuşarak.Şunun gibiydi ; koşup bir yerinizi yaraladığınızda yara tazeyse hep kontrol edersiniz ya, o hesap. Şu son zamanlarda yaranın hep orada olduğunu biliyorum ama kontrol etmiyorum. Yara aklıma gelmiyor. Barışmış hissediyorum.Acımıyor. It doesnt hurt