Nicedir yazmadım, yazamadım. Elim gitmedi, şimdi yine depresif şeyler yazarım diye korktum. En son yazdıklarımı dönüp dönüp tekrar okudum aklım gitti her seferinde de. Niye gitti? Depresyona kendimi teslim edişime, bir süre sonra da bu sıkıntıları tek tek sevip daha çok bağlanmış olmama. Korkmuştum. Korkan her insan gibi de kızgındım. Anlamsızlığını da bilmeme rağmen çelme atamadım kafamın üstündeki bulutlara. Neyse, geçti bitti geride kaldı diyelim. Dünyanın yükünü omuzlarıma almış da değildim bu arada. Sadece hep yolunu gözlediğim dramayı kendime yaşatmakla meşguldüm. Bu arada yazarken de konusu olmayan bir şeyin içinde yine debelenip dışarı çıkamadığımın farkındayım. Paragraf değiştiriyorum. Orda neşeli şeyler yazıcam.
Oydu buydu derken aylar geçmiş. Ben yine yabancılara Türk kültürünü dilini anlatmaya devam ediyorum. Çok çalışmadığım sürece de bundan çok zevk alıyorum. Az yaptığım her şeyi seviyorum. Boş vakit bile fazla geldiğinde o uzun depresyonlara kucak açıyorum. Bu depresyon falan da hep kendini içten içe birşey sanmakla alakalı aslında. Neyse, dün akşam birden bire kendimi bir Japon ve Alman'a Türkiye'yi savunurken buldum. Aslında hiç ahlakım değil. Memleketimi çok seviyorum ama asla gözü kör bir savunuculuğa da girmiyorum. Kötü trafik, tacizler, kazıkçı kaba taksiciler falan derken bu liste uzayıp gidiyor.. Şunu da söyleyeyim tabii expatların dert anası olup, belli bir süre sonra cozutan şikayetleri de dinlemeye tahammülüm yok. Neticede medeni memleketten geliyorsun, aç bak Türkiye nasıl bir yer. Artılar, eksileri nelerdir. İnsanları nasıldır? Bunlar hep yazıyor internette. Hatta abartıla abartıla.
Bu iki öğrenci de Türkiye'de okul hayatı çok başarılı geçen, kariyer çizgisi istikrarlı insanların bulunduğu bir şirkette çalışıyorlar. Anlattıklarına göre orada çalışan kadınlar her gün tiril tiril takımlarla ve ful makyajla işe geliyorlarmış. Bu bizim kızların çok tuhafına gidiyormuş. Asıl onları rahatsız eden selam verme biçimleriymiş. Ağız ucuyla merhaba diyorlarmış.Bu konuya biraz yüz verdim diye devamında da şu geldi. Türkler neden sarımsağı bu kadar çok seviyormuş? Bu kızcağız sade dediğinde aşçı neden ısrarla ona sarımsaklı sos koymaya devam ediyormuş. Benim kendimi manasız depresyonlara teslim etmem kadar manasız şeyler tabii. Hatta tesadüfen okuyan da abarttığımı sanacak da az bile anlatıyorum. Ancak dün akşam bu iki kız bu konuda gerçekten zirve yaptılar. Japon öğrenciye, Türkiye'nin olimpiyatlara hazır olmadığını söylediğimde (konu geldi de söyledim) kız aldı Türkiye'yi diline bi yarım saat alaşağı yaptı. En son bi noktada dedim ki, ''Haklısın da bence İstanbul'un otobüs ağı fena değil. Hemen hemen her yere otobüs var''. Demez olaydım. Bunların ikisi başladılar çarpraz ateşe. Haklı oldukları konular da var elbette ama kendini her şeyden ayrı tutup da tamamen eleştiriye vermek de hastalık gibi. Buna tutulmuş gibilerdi. Bunlar gazlandıkça ben de gazlandım. Baktım İstanbul'un avukatı olmuşum, içimden bir canavarın çıkması çok yakın ve çok sevimsiz. Tamam dedim, ama yine de son sözü söyleyememiş olmanın huzursuzluğu vardı içimde. Kendimi toparlayıp derse başladım. En son ders biterken Japon öğrencim, şirkette kimsenin ingilizcesi iyi değil beni anlayamıyorlar derken ben dilimi ısırdım. Lakin onu anlamakta ben de çok zorlanıyordum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder