14 Ocak 2015 Çarşamba

Bu sene öğretmenlikte 13. senemi çalışıyorum. İlk beş altı senesini gerçekten zevkle, azimle ve inanarak  icra ettiğimi çok rahat söyleyebilirim. Ünye'deydim, laftan anlayan öğrencilerim vardı. Projeler yapıp, hatta sıfırdan bir kütüphane kurup, (yeni kitapları paketlerinden çıkardığımızda paylaştığımız heyecanı hatırlayınca bu işi tek başıma yapmayı denemenin nasıl da imkansız olduğunu çok net anlayabiliyorum).keyfimize bakıyorduk . Sonra İstanbul'a gelmemle her şey tepetaklak oldu. Ümraniye'nin bir mahallesinde bir okulda çalışıyordum. Çocuklarla iletişim kurmak imkansızdı. Neden imkansızdı? Sadece benim için imkansız değildi. Anne babaları için de öyleydi. Başında anne babası bulunan o kadar çok az çocuk vardı ki... Kimisi annesi kimisi babası  ya da her ikisi tarafından terkedilmiş çocuklara, artık bir yüzü toprağa bakan dede anneanneleri bakıyordu. yürümeye hali olmayan seksenine yaklaşmış yaşlı kadın torununun durumunu sormaya geliyordu; pek de iyi olmayan durumunu. Açık konuşmam gerekirse bu insancıklara hiç bir yardımım olamıyordu. Öğrenciyle okuldan neden kaçtığını, derslerine biraz özen göstermesini konuşsam suratıma dünyanın en anlamsız şeyini söylüyormuşum gibi bakıyordu. Haklıydı. On dört yaşından beklenmeyen bakışlar gördüm bu süreç boyunca. Annesi babası başında olup yüzünü göremeyen çocuklar da vardı elbet. Sabah akşam asgari ücrete çalışan, nihayet evlerine ulaştıklarında çocukları uyumuş olan anne babalar... Evde akşamları hırsız gelmesin diye televizyonu açan cocuklar... Okuldaki çoğu öğrenci en çok din dersini seviyordu. Din derslerinde huzur bulduklarını söylüyorlar şu andaki iktidarın en iyisi olduğunu savunuyorlardı. İktidarın lideri en iyisiydi. Huzur İslam'daydı. Yaşam tarzları savundukları şeye tamamen aykırıydı oysa. Özgürlük istiyorlardı. Kız erkek ilişkisi özgür olsun, kıyafetlerine kimsenin karışmamasını talep ediyorlardı. Akıllılardı. Çıtlattığım şeyler hoşlarına gitmiyordu.. Bu okuldaki son senemde okula ağlayarak gidiyordum. Yardım edemiyordum, öğretemiyordum. Bu iş gerçekten baş ağrısı gibiydi. İşimden ayrılmadım. Ben alıştığı şeyii pek de çabuk bırakamayan, kafasına memur zihniyetini tamamen kazımış bir insandım. Bekledim sabrettim; bu yolun sonunda elbetteki cennet bahçesi beklemeyerek.

Bu sene  daha iyi merkezde bir okulda çalışıyorum. Yine Ümraniye'de ve bir o kadar farklı. İletişime daha açık, ne demek istediğimi anlayabilen öğrencilerim var. Çoğunun anne babası yanında . Öğle arasındaki beş dakika arada çocuklarının durumunu sormaya geliyorlar. Çocukların bir okul kazanma dertleri var. Stresliler, Ümraniye'den çıkmak istiyorlar. Çalışıp yapamayan kendini bitiriyor. Belki kendilerini en yalnız hissettikleri dönem; çocukluk ve ergenlik malum hepimizin başından geçti, yapısı gereği öyle bir dönem; ama çaresiz değiller. Sistemle ilgili bir sürü sıkıntıya rağmen kendimi daha iyi hissediyorum, işe yarar hissediyorumr. Hiç bi.rşeyi fanatikçe savunmuyorlar. Ön planda kendileri, hedefleri ve yapmak istedikleri şeyler var. Özgür olmak, yeni şeyler denemek ve farklı ülkeler görmek istiyorlar.

Ama bana göre gerçek öğretmenlik gerçekten o keşmekeş içinde öğrencilerin elinden tutabilmek. Ben güçsüz kaldım ve çok öğrenciye yardım edemedim gibi hissediyorum. Bunu yapabilen meslektaşlarıma ise gerçekten saygı duyuyorum.

1 yorum:

  1. kalabalık sınıflarda, haftada 25 saatlik ders yoğunluğuyla bırak öğrencileri kendine bile yardım edemiyor insan. sonuçta hepsi büyüyecek ve dünya değişmek için, keşfetmek için, kaybolmak ve bulmak için ideal bir gezegen diye teselli ediyordum ben de kendimi. mutlu veya mutsuz, kolay veya zor, her şey hepimiz için bir deneyim. naif bir bakış açısı gibi gelebilir ama elden bir şey gelmeyince gönülden kopanlarla yetiniyorsun.

    YanıtlaSil